"Benimle aynı düşüncede olmayan insan düşman değildir; Sadece benimle aynı düşüncede olmayan başka bir insandır." (Alıntı)

FİKİR KENTİ - Son Eklenenler ...

26 Aralık 2008 Cuma

TARİH : Ermeni Sorunu _ Özrü kabahatinden büyük !

Unlu tarihcimiz Prof.Turkkaya Ataov www.ozurdilemiyorum .net de yayinlanmak uzere musade verdigi iki metinden birinde soyle diyor.


Özrü kabahatinden büyük!

PROF. DR. TÜRKKAYA ATAÖV

Ermenilerden özür dileme açıklamasını imzalayanlar var. “Af dileme erdemdir” diyen de oldu. Alçak gönüllülük gösterimi insan doğasında var. Kaba biri bana “küt” diye çarptığında, “özür dilerim” sözü ağzımdan kendiliğinden dökülüyor. Yobaz-işbirlikç i-ayrılıkçı bir faşist özentinin ağır basmakta olduğu ortamdayız. Bunlardan ayrı durmak isteyenler de kendilerine ve dış dünyaya “biz birey olarak demokrat, insancıl, uygar, çağdaş, gerçek Batılı, ileri aydınlarız; onlardan değiliz” demek isteyebilirler. Kimi tanışını, dostunu, Ermeni komşusunu kıramayarak imza koyabilir. Kendini tanıtma, değişik görünme gibi bambaşka örgeler de olacaktır. Her birindeki itici nedene ayrı ayrı bakmak olanaksız. Ancak, önemli bir bölümünün de, tarih bildiğinden ya da Ermeni duygudaşlığından ötürü değil, Cumhuriyete karşı olması nedeniyle katıldığı söylenmezse ve bu tavırların başka oluşumlarla koşutluğu görmezden gelinirse, büyük eksiklik olur.

Ne var ki, tarih eş-dost hatırı, bireyin hoşgörülü görünmesi ya da ABD ve AB sorumluları önünde temize çıkma kaygılarıyla yazılmıyor. Konu Ermeni-Türk ilişkileriyse, bu ikisinin belgelikleri başta olmak üzere, ilgili ve belli başlı devletlerin yayımlanmış ya da basılmamış belge hazineleri var. Kitaplar, kitapçıklar, süreli yayınlar, gazeteler, bilimsel araştırmalar, yıllıklar, doktora ve yüksek lisans tezleri, yazanaklar, toplantılar, açık oturumlar, sempozyumlar, bildiriler, tutanaklar, anılar, albümler, resimler ve benzerleri kitaplıkları doldurur. Birçoğu yayımlandı da. Örneğin, ben kendi adımla Türkiye’de ve yurt dışında, Türkçe dahil, değişik dillerde, seksen kitap ve kitapçık yayınladım. Bu konuda ilk küçük kaynakçayı otuz yıl önce çıkarmıştım. Şimdi Dr. Erdal İlter’in 300 sayfalık ayrıntılı kaynakçası var.

Sayısı yüz milyonu bulan Osmanlı belgelerini bir yana koyalım. Özür dileme açıklamasına imza koyanlardan 200.000 dosyalık Bab-ı Ali Evrak Odasına, 224 cilt Meclis-i Vükelâ Mazbatalarına, 46 ciltlik İradat-ı Seniye Müsveddatına, Yıldız Sarayı belgelerine, her ilin sâlnamelerine, Mesail-i Mühimme ve Gayri Müslim Cemaatlerine Ait Defterlere ve Nazım Paşa vukuatı, Mehmet Mansur Efendi yazanağı, Vali Hakkı Paşa buyrukları ya da Uras incelemesi benzeri yüzlerce ve binlerce ilk elden belgelere bakmış olmalarını beklemiyorum. Bunları renkli filmler olarak önde gelen dünya kitaplıkları ve konuyla ilgili en önemli araştırma merkezlerine yıllar önce armağan etmiştik. Genel Kurmay Başkanlığı bunları kimi yabancı dillere, bu arada günümüz Türkçesine de çevirerek cilt cilt yayımladı. Bu aydınlatıcı çalışmaları da bir kalemde geçelim.

Bize büyük ölçüde hak veren eski ve yeni kuşak yabancılardan ünlü Langer, Hamlin, Whitman, Rambert, Eliot, Ubicini, Arpée, Shaw, McCarthy, Lewis, Levy, Zeidner, Weems, Erickson ve benzerlerinin yazdıklarını da bir yana koyalım.

Ama, gelin görün ki, sorumlu konumdaki Ermenilerin kendi yazdıkları var; hem de hiçbir duraksamaya yol açmayacak biçimde. Ermeniler silâhsız, savunmasız, barışçı, zayıf, sahipsiz, suçsuz çoluk-çocuktan oluşan ve dudaklarında ilâhilerle ölüme koşan örnek Hıristiyan sivilleriydiler, öyle mi? Ama kendileri bile öyle demiyorlar ki! Önce, Anadolu yöresini ve Daşnak terör örgütünün akıttığı kanı iyi bilen Amerikan Ermenisi K.S. Papazian’ın benim sık göndermeler yaptığım kitabında dediği gibi, Ermeniler Anadolu’da, kimilerinin Batı Ermenistan demek istedikleri altı il de dahil olmak üzere, hiçbir yerde çoğunlukta değildiler. Değişen çağa ve koşullara göre, Rus, İngiliz, Fransız ve Amerikan din yayıcıları, gizli görevlileri, silâhları ve paralarıyla başkaldırdılar, zararlar verdiler ve öldürdüler. Sandıklarla silâh, cephane, hattâ büyük kilise mumu biçiminde top namluları ya yakalandı ya da Ermenilerin ellerine sızdı. Kiliselerde, yabancı okullarda ve banka kasalarında patlayıcılar saklandı. Ermeni yazar L. Nalbantian’ın doktora tezindeki terörizm değerlendirmelerini okumakta yarar var.

Nisan 1915 başında Van’da yaşanan silâhlı ayaklanma bu kenti devletten ayırdı ve orada Ermeni önderliği ve Rus desteğinde yönetim kurdu. Komutanlarından G. Pastırmacıyan Amerika’da basılan bir kitabının başlığını Ermenilerin savaşa katılımını “Müttefik kümesinin kazanmasında belirleyici neden” olarak sunuyordu. General Antranik gibi öteki Ermeni komutanların yazdıkları ve açıklamaları hep nasıl Türkleri yok etmeğe yönelik olduklarını anlatır. Ermeniler bir düzine savaşa katılıp karşılarındakileri öldürmediler mi? Salgın hastalıklar Anadolu’yu silip süpürürken onlardan da can almadı mı? 1924’de Amerika’daki bir yayınları Ermenilerin Türklere karşı Kafkasya, Doğu Anadolu, Süveyş, Sina, Kudüs ve Suriye cephelerinde “200.000’lik ordularla”, 1926’daki benzer bir yayın da “200.000’den fazla” silâhlı kuvvetle çarpıştıklarını yazar. Bu yayınlar bende var ve bu bilgilerle belgeleri kaç yıldır yapmakta olduğum Türkçe ve yabancı dillerdeki kitapların içine koyarak okuyucuya sunmayı araştırma ve gerçekçilik görevim bildim.

1914-18 arası Ermeni savaşlarını anlatan A.P. Hacobian ve Ermenilerin doğuda Kafkas cephesindeki askerî eylemlerini anlatan Ermeni General G. Gorgarian “özür açıklaması”na imza koyanların dikkate almadıkları kanıtları kendi kalemleriyle sergilemektedirler. Ben bu Ermeni kaynaklarına da kendi yayınlarımda göndermeler yaptım. Birinci Dünya Savaşının yenginlerinin önderleri olan D. Lloyd George ve G. Clemenceau gibi başbakanlar, General E.H.H. Allenby gibi Ermenilere komuta etmiş ön sıradaki yüksek rütbeli askerler ve siyasal kararların önemli yerlerinde bulunan A.J. Balfour, R, Cecil ve J, Bryce gibi kişiler, Ermenilerin kendilerinin kabul ettikleri gibi, “200,000’den fazla” silâhlı kişiyi Türklere karşı savaşa sürdüklerini yinelemiş ve kendilerine teşekkür etmişlerdir. 1917 Bolşevik Devrimine değin, bu kutlamalara Rus Çarı İkinci Nikola ile Kafkasya’daki Rus generalleri de katılıyorlardı. Bu bilgileri, Türkçe kitaplarım da dahil, çok sayıda okuyucuya ulaşan yayınlarıma gereği gibi aktardım. Başkalarının da yayınları var.

Bu arada, 2003’de basılan önemli bir İngiliz kitabının “Osmanlılar seferberlik hazırlığı içindeyken, Ermenilerin doğuda 120,000 kişiyi boğazladıklarını” belirttiğini de yazdım. İngiliz kaynağı “öldürdüler” dememekte, sanki hayvan kesilen mezbahadan söz eder gibi “boğazladılar” demektedir. Gene aynı kaynak Van’da silâhla başkaldırıp Türk ve Müslüman mahallelerini bastıklarını, kenti devletten ayırıp başa geçtiklerini ve daha sonra da bir 50.000 kişi daha yok ettiklerini yazmaktadır. Bunun belgelerini de yayınladım. Ya Japonlar ABD’nde aynı şeyi yapsaydı, neler olurdu?

Özür açıklamasına imza koyanlar bu kaynakları bilmiyorlar mı? Bilmiyorlarsa, bu bilgiçlik gösterisinin kaynağı ne? Biliyorlarsa neden? Bunda toplumun değerlerinin eksileceğini hesaba katmıyorlar mı? M. Kemal Atatürk’e ve devrimlere karşı takınılan yeni tavırlarda da toplumun değerlerini teker teker eksiltme çabası yok mu? “Ne mutlu Türküm diyene” değerlendirmesiyle topluma güven kazandırmak yerine, bu koca ulus bir kinle bezenmiş aşağılık duygusu örgüsü kıskaçına mı alınmak isteniyor? 1914-18 Savaşında bunca Türk öldürülmedi mi? Ya 1821-1922 arası Balkan, Kafkas ve Kırım Türklerinin başına gelenler? Bunlara hiçbirine neden bir gönderme bile yok? Benim TBMM adına ayrı ayrı Türkçe ve İngilizce hazırladığım iki kitabımın başına şöyle bir not koymuştum: “Bu kitaba konu olan ve Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde meydana gelen isyan ve çatışmalarda yaşamını yitiren asker ve masum insanlarla, yıllar sonra teröristlerce şehit edilen Türk diplomatlarını n anısına...” O dönem benim de her yurt dışına çıkışımda saklanmak zorunda kaldığım yıllardı. ASALA şubelerinde resmim asılıydı. Kim kimden özür dilemeli?

(Alıntıdır)

25 Aralık 2008 Perşembe

TARİH : Ermeni Propogandasına karşı Türkiye 'de Kendi açısından Propangandasını Yapabilir...



20.03.2001 tarihli Türkiye Gazetesinden bir kupür.
**********

Türklerin en zayıf oldukları sahalardan birisinin propaganda olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu, Osmanlı Devleti'nde de böyleydi. Türkiye Cumhuriyeti'nde de böyle olmuştur. Türklerin propaganda ile ilişkileri, yazılara, yalan iddialara cevap vermeye çalışmaktan ibaret kalmış, yani bir nevi pasif, kendini korumaya matuf bir gayretten öteye geçmemiştir. Bu davranış ise Türklerin daima suçlu durumda gösterilebilmesi için, karşı taraflara çok büyük bir rahatlık ve hareket serbestisi bırakmıştır.



Ermeni İleri Gelenlerinden Aram Andonian'ın "Katledilen Ermeniler" İsimli ve Resmi Dokümanlara Dayanılarak Hazırlanmış Olduğu iddia edilen Kitabının Kapağı. Kitabın İçindeki Belgelerin Sahte Olduğu Osmanlılar'ın Resmi Yazışmalarda Kullandığı Takvim Sisteminin Kullanılmamış Olmasından ve buna benzer pek çok hatadan Anlaşılmaktadır.
Kaynak : A Myth Of Terror.
**********



Türkiye ve Türkler aleyhindeki propagandanın özellikle Amerika'da en kesif olduğu tarih şüphesiz 1923 yıllarıydı. Bunun sebepleri hakkında Powell şöyle yazmaktadır:

"Türkler aleyhine derin kök salmış olan düşmanlığı şu sebeplere bağlayabiliriz. Geçmişte Hıristiyan azınlığa ve özellikle Ermenilere reva gördüğü zulüm politikası başta gelir; ikinci olarak dini önyargılar ve siyasi propaganda gelir ki, bunların birisinin nerede bitip diğerinin nerede başladığını söylemek zordur; üçüncüsü mağlup ve parçalanmış olduğunu kabul ettiğimiz bir ülkenin yeniden ortaya çıkışından duyduğumuz üzüntü ve hayal sukutudur ve nihayet Türklerin ısrarla kendilerini savunmayı reddedişleridir."

Powell kitabının 32. Sayfasında bu son sebebe değinmekte ve 1922 yazında Yıldız Köşkü'nde Vahdettin ile yaptığı bir konuşmada Padişahın kendisine söylemiş olduğu şu sözleri nakletmektedir:

"Sizin gazeteleriniz ve dergileriniz, eğer yollasak bir Türkün yazdığı yazıyı basmazlar, eğer basılsa halkınız bunu okumaz, eğer okurlarsa inanmazlar. Hatta Amerika'ya Türk görüşünü sizin dilinizle anlatacak kalifiye birisini yollasak, tarafsız bir dinleyici kitlesi bulabilir mi?"
Ermeni'lerin Gurur Tablosu
1-Kral I. Harig
2-Kral I. Aram
3-Kral I. Baruyir
4-Vagarşak Arzeroni
5-Kral I. Ardaşes
6-Kral büyük Dikran
7-Kral Apakar
8-Kral Varamşaboh
9-Klikya prensi Rupi
10-Kumandan büyük Vahan
11-Kumandan büyük Vartan
12-Kral Leon Lussian
13-Kral Leon Rupinyan
14-Kral II. Simbad Şahnişah
15-Kral II. Aşod
16-Kral I. Aşod Pakrodani
17-Kral I. Dikran Yervantiyan
18-Aziz Sehak Bartu (Ermeni harflerini bulan aziz)
19-Aziz Mesrope
20-Anavatan sembolü
21-Ermeni Arması
22-Eçmiyazın
23-Ermeni Krallığının başkenti Ani şehri.
Kaynak : Ermeni Ayaklanmaları ve İhtilal Hareketleri.
**********

Padişahın söyledikleri belki doğrudur, nitekim gene aynı kitabın 10. Sayfasında, ismi zikredilmeden, New England'ın muteber din adamlarından birisinin "Türkler hakkında hakikati duymak istemiyorum, ben onlar hakkında çoktandır kanaatimi değiştirdim" dediği nakledilmektedir. Ancak böyle bir noktaya gelinmiş olması Türklerin devamlı susması ve muarızlarının yaydıkları yanlış propagandaların, dini faktörlerin ve politik mülahazaların da ilavesi ile zihinlerde yer etmesi sebebiyledir. Bununla birlikte; "nasıl olsa basılmaz, basılsa okunmaz, okunsa inanılmaz" zihniyeti tamamen aleyhte bir davanın gelişmesine, karşı propagandanın daha rahat ve daha çabuk netice vermesine yardımcı bir unsur olmuştur. Genellikle hemen her ülkede, gazetede çıkan bir makalenin veya bir haberin doğruluğuna inanmak eğilimi vardır.

Din faktörünün ve siyasi değerlendirmelerin Türkiye aleyhindeki havanın gelişip yerleşmesine nasıl yardımcı olduğu ortadadır. İşin içine bir de şuurlu propaganda unsuru girince, durum tabiatıyla daha da değişip, sadece tek taraflı haberlerin verilmesinden öteye, verilen haberlerin içindeki gerçek payının azalması veya tamamen kalkması durumu ortaya çıkabilmiştir. Bunu kanıtlayan bazı ifadeler aynı kitapta şöyle geçmektedir:


Ermeniler tarafından tablodaki kafataslarının Türkleri'n öldürdüğü Ermenilere ait olduğu iddia edilmiştir. Oysa tablonun (Vereshchagin, 1871-1872) yapıldığı yıllarda Türklerle Ermeniler arasında hiçbir problem yoktu.
Kaynak:Ermeni Mezalimi ve Gerçekler

**********

"Vahşet olayları çok büyük ölçüde mübalağa edilmiştir. Son dönemlere ait vahşet olaylarının bir kısmı ise hiç vuku bulmamıştır. Amerikan yardım teşkilatının mahalli (İstanbul) basın temsilcilerinden biri, dostlarına açıkça, Amerika'ya sadece Türk aleyhtarı haberler gönderebildiğini, çünkü para getirenin bu olduğunu söylemiştir."

Bu ifade fazla soyut görülebilir. Bu sebeple bazı örnekler verilmesinde fayda vardır:


"Osmanlı Bankası baskını ve takiben Ermenilere vaki saldırılar haberi Avrupa'da yazıldıktan kısa bir süre sonra, resimli gazetelerden bazı sanatkarlar vahşet olaylarının resimlerini yapmak üzere İstanbul'a gönderilmişti. Bunların arasında tanınmış harp muhabiri müteveffa Mr. Melton Prior da vardı. Enerjik ve kararlı tabiatlı, hadiselere tabi olmayıp onların üstüne çıkabilen bir insandı. Bu özel görevi dolayısıyla nazik bir durumda olduğunu bana söyledi. Memleketteki insanlar akıl ermez vahşet olayları duymuş ve bunların temsili resimlerini bekliyordu.

Ölmüş Ermeniler gömülmüş, kadın ve çocuklara ise hiç dokunulmamış, hiç bir Ermeni Kilisesine de saldırılmamış olduğuna göre, bunları nasıl temin edeceği meselesi ortaya çıkıyordu. Namuslu ve Türkleri takdir eden bir insan olarak, şahit olmadığı hususları icat etmeyi reddediyordu. Ancak diğerleri bu derece dürüst değildi. Neticede, bir İtalyan resimli gazetesinde, Kilise içinde kadın ve çocukların katledilişini gösteren korkunç resimler gördüm."


Sason kahramanı olarak adlandırılan çete reisi Antranik - Bayrağın üstünde "kendini milletine kurban eden adam şanslıdır" yazmaktadır.

Kaynak : Ermeni Ayaklanmaları ve İhtilal Hareketleri.

**********



"Yüksek mevkilerdeki Türk görevlileri tarafından Ermenilere karşı yürütüldüğü söylenen vahşi tedip tedbirleri münasebetiyle ismi baş sıralarda geçenlerden biri, Anadolu'da ıslahatla görevlendirilen Müşir Şakir Paşa'dır. 1895 Ekiminde Erzurum'da bulunan Mareşalin, Ermeni ayaklanması sırasında kana susamış bir insan gibi, elinde saati, kendisinden emir bekleyenlere, Ermenilerin tepelenmesine bir buçuk saat daha -bazı versiyonlarda iki saat daha- devam edilmesi talimatını verdiği rivayeti hemen bütün dünyayı dolaşmıştı...
Ermenistan armasını, Ermeni kral ve kahramanlarını gösteren büyük resim.




Seyahatimizin gayesini göz önünde tutarak sırasıyla İngiltere Konsolosu Mr. Graves'i, Vali Mehmet Şerif Rauf Paşa'yı, Fransız Konsolosu M. Roqueferrier'yi ve Rus Başkonlososu M. V.A. Maximov'u ziyaret ettik. Bu zevatın hepsine, Şakir Paşa hakkında söylenenlerin doğruluğuna inanıp inanmadıklarını sorduk. M. Rowueferier bunun gülünç ve zevk için uydurulmuş hikayeler olduğunu söyledi ve Şakir Paşa hakkında birkaç takdirkar söz ilave etti."


"Rus Konsolosu M. Maximov: Böyle hikayelerin doğruluğunu tekzip etmek benim görevim değildir, size söyleyebileceğim Şakir Paşa'nın mert ve çok iyi kalpli bir insan olduğudur, kendisini senelerdir tanırım, dostumdur, dedi. İngiliz Konsolosu Mr. Graves, o sırada burada değildim, bu konuda Şakir Paşa'yla da konuşmadım, fakat Vali bunun doğru olmadığını söyledi, bu benim için kafidir, zira Rauf Paşa'nın bizzat söylediklerine tereddütsüz inanırım, dedi."


"Mr. Graves'e ülkeye Ermeni ihtilalcileri gelerek Ermeni halkını isyana teşvik etmeseydi, her hangi bir katliam vuku bulacağını düşünür müydünüz, diye sordum. Şüphesiz hayır, diye cevap verdi. Tek bir Ermeni dahi öldürülmüş olmazdı."
Rus devletinin savaşta cesaret gösteren ermenilere verdiği, üstünde "Tanrı Ermenileri korusun" yazılı madalya.

Kaynak : Ermeni Ayaklanmaları ve İhtilal Hareketleri.

*****




Ne var ki, bu bilgiler hiçbir zaman batı basınında akis bulmamıştır. Tıpkı şu satırlarda ifade edildiği gibi:

"Ekim sonunda (1922) Amerika'da (Near East Relief's) teşkilatı temsilcileri müteveffa Miss Annie T. Allen ve Miss Florence Billings, Yunanlıların geri çekilirken yakmış oldukları Türk köylerinin durumu hakkında hazırladıkları bir raporu Teşkilatın İstanbul'daki merkezine yolladılar. Teşkilat bu raporu aynen M. Llyod George'un İzmir'de Yunanlıların yaptıkları fecaate müteallik Bristol Raporu'nu neşretmeyişi gibi, hiçbir zaman neşretmedi."

Bristol Raporu'nu, Llyod George gerçekten yayınlamamıştır.

"Raporu neşrettirmek istemeyişleri anlaşılmaz bir şey değildir. Ayrıca M. Venizelos da bütün şahsi ağırlığını ortaya koymuştu. Yunan temsilcisi hazır bulunmadan ve şahitlerin ismi gizli tutularak tespit edilen olayların neşrine itiraz etmişti. Böyle yapılmasının, batılı komisyonu değil de, mahalli Yunan otoritelerini ilgilendiren haklı bir yönü vardı.

Yunanistan aleyhine netice verecek bilgileri ortaya koyanlar Yunan işgalindeki bölgelerde yaşıyordu ve Yunan misillememesine maruz bırakılamazlardı. Aynı hukuki endişeler Belçika'daki Alman vahşeti ve Osmanlı İmparatorluğunda Ermenilere uygulanan muamele isimli Bryce Raporu için de geçerliydi. Müttefik hükümetler o aynı sebeplere rağmen ismi geçen raporları neşretmekte mahzur görmemişti."

Toynbee'nin bahsettiği Byrce Raporu, kendisinin editörlüğünü yaptığı İngilizlerin Mavi Kitap'ıdır.

Ancak, nadiren de olsa, tam aksi durumlar da olabilmiştir. İngilizler 18 Eylül 1918 Eylülünde Bakü'yü tahliye zorunda kalmıştı. Gazeteler bu haberi neşrederlerken Ermenilerin hıyanetinden da bahsetmişlerdi. İngiliz propaganda hizmetleri bunun üzerine ciddi telaşa düşmüş ve bu haberin yapabileceği tesiri silmek yolunu tutmuşlardı. Bu maksatla hazırlanmış olan bir memorandumdan alınan aşağıdaki satırlar önemlidir:



1914 Yazında Paris'de Çıkarılan Hınçak Gazetesi'nin Ön Sayfası. Burada Osmanlı İmparatorluğu'na Karşı Ermeniler'in Ayaklanması Gerektiği Anlatılmaktadır.
Kaynak : A Myth Of Terror

**********


"Ermenilerin kredisini düşürmek, Türk aleyhtarlığı davasını zayıflatmak demektir. Türkün, başı felaketten kurtulmayan, asil bir insan olduğu itikadını öldürmek çok güç olmuştur. Bu durum bu itikadı canlandıracak ve Ermenilerin olduğu kadar Zionistlerle Arapların prestijine de zarar verecektir. (...) Türklerin Ermenilere yaptığı muamele, Türk meselesinin radikal şekilde hallini ülkede ve hariçte kamuoylarına kabul ettirmek için Majesteleri Hükümeti'nin elinde en büyük sermayedir."

Propagandanın önemini anlamak için İngilizlerin bu maksatla nasıl bir teşkilat kurmuş olduklarına bakmakta yarar vardır:


Türkiye'ye karşı yayınlanan Ermeni broşürlerinden biri: Bu broşüre göre Türkler, 1.5 milyon Ermeni'yi katletmiş!... Ne yazık ki Batı dünyası Ermenilerin bu yalanlarına inanmaya devam ediyor...
Kaynak:Ermeni Mezalimi ve Gerçekler

**********

"Bir propaganda dairesi konusunda ilk duyduğum husus, 1914 Ağustosunda Walton Heath Golf Kulübü'nde bir Pazar günü öğle yemeğinden sonra Mr. T.P. O'Connor'un Lloyd George'a, Almanların Amerika'da sokaklarda broşürün dağıtmak, gemilerle gelen yolcuların eline birer broşür sıkıştırmak şeklinde başlatmış oldukları propagandaya bir karşılık verilmesi zaruretini söyleyişi idi. Mr. Llyod George, şu ise bir bakıver, Charlie ne yapılabilir, bir düşün, dedi. Mesterman kabul etti."

Mr. Mesterman, eski bir kabine üyesi olup, Avam Kamarası'nda milletvekilidir. Bu tarihten sonra Mr. Masterman'ın bir propaganda bürosunu kurup başına geçtiği bilinmektedir. Büronun mevcudiyeti tamamen gizli tutuluyor, Mr. Masterman, Milli Sağlık Sigortası Komisyonu'ndaki görevinden istifade ederek bu Komisyonun çalıştığı "Wellington House", bürosunun da merkezi haline getirilmiş ve büronun isme "Wellington House" olarak belgelere geçmiştir.

Wellington House'ın çalışma sahası ise şöyle anlatılmaktadır:

"Müttefiklerin davasını, İngilizlerin gayretlerini, Bahriyenin, Ordunun, ticaret filosunun yaptıklarını, İmparatorluğun ekonomik ve askeri imkanlarını, harbin sebep ve gayelerini, Almanya''ın ve müttefiklerinin suçlarını ve vahşetlerini, Belçika'nın davasını, denizaltı savaşının gayri insaniliğini belirleyen olayları yaymak. Kullanılan vasıtalar da kitaplar, broşürler, mecmualar, diagramlar, haritalar, posterler, posta kartları, resimler, fotoğraflar ve sergilerdir."

Büronun sadece İngiltere'de 17 milyon nüsha neşriyat yaptığı ve buna 15 günlük resmi mecmuanın dahil olmadığı belirtilmektedir.

Masterman Bürosu'nun faaliyetleri hakkındaki 118 sayfalık 3. Rapor'un sonunda, basılan kitap ve broşürlerin listesi mevcuttur. 1916 yılının ilk yarısı sonunda basılan kitap ve broşütr adedi 182'dir. Yazarlar arasında Max Aitken, William Archer, Balfour, James Bryce, E. T. Cook, Conan Doyle, Alexander Gray, Archibald Hurd, Rudyard Kipling, A. Lowenstein, C. F. G. Masterman, A. J. Toynbee, H. G. Wells isimlerine de rastlıyoruz. Toynbee'nin yazdığı 3 kitaptan birinin adı da "Ermenilere Yapılan Mezalim"dir.



Tiflis'teki Milli Ermeni Bürosunun ABD'nin Boston şehrindeki Ermeni Taşnaksütyun Devrimci Komitesi'ne gönderdiği telgraf.
"Tiflis, 16 Mart
47.061 ruble ve 11 kopek alındı. Büro ve gönüllüler adına teşekkür ederim.
Piskopos Mesrop"
Kaynak : Ermeni Ayaklanmaları ve İhtilal Hareketleri.
**********


Masterman Bürosu'nca basılan ve 1975 yılında Amerika'daki bir Ermeni yayınevi tarafından tekrar basılan Mavi Kitap'taki bütün referanslar, Tiflis'te çıkan "Hoziron", Marsilya'da çıkan "Armenia", Londra'da çıkan "Ararat", New York'ta çıkan "Gotchnag" isimli Ermeni gazeteleri ile, misyonerlerden aldıkları bilgileri nakleden Amerika'daki, Ermeni Mezalimi Komitesi'dir. Bu kaynaklara istinaden yazılacak bir kitabın ne olacağı aşikardır. Bu arada şunu da kaybetmekte fayda vardır; İstanbul ve İzmir Ermenileri tehcire tabi tutulmamış olmakla beraber, bu kitaptaki haritada tehcir edilmiş görülmektedirler.

Mavi Kitap'ın nasıl yazıldığına dair bu açıklamadan sonra, propaganda malzemesinin genellikle nasıl toplandığı hakkında, bu konuları etüd etmiş iki yazardan alıntı yapmak faydalı olacaktır. Yazarlardan ilki Arthur Ponsoby ve kitabının adı "Harp Döneminde Yalanlar"dır. 1910'dan 1918'e kadar Avam Kamarası'nda Liberal Parti üyesi olan Ponsoby, daha sonra İşçi Partisi'ne geçmiş, harp aleyhtarı bir kişidir. Kitabını 1928 senesinde yayınlamıştır. Propagandada hangi yollara müracaat edildiği hakkında bazı enteresan kısımlar şöyledir:

"Harbiye Nezareti bir sirküler yaparak, Subayları, düşmanla ilgili savaş olayları hakkında rapor vermeye davet etmiş, olayların mutlak doğruluğunun zaruri olmadığı, normal bir ihtimalin mevcudiyetinin kafi olduğu ilave edilmişti." (Sayfa 20)

"Vahşet yalanları en makbul olanlarıdır: Özellikle bu ülkede (İngiltere) ve Amerika'da onlarsız harp yapılmaz. Düşmanın kötülenmesi bir vatan görevi sayılır." (Sayfa 22)

"Bir netice tevlit etmeyecek alelade olaylarda bile insanların şahitliği mutlak itimat yaratmaz. Ön yargıların, heyecanların, hırsların ve vatanseverliğin hislere karıştığı zamanda ise bir insanın ifadesi tamamen kıymetsiz hale gelir. Vahşet hikayelerinin bütün çevresini kaplayabilmek imkansızdır. Bunlar broşürlerle, posterlerle, mektuplarla ve nutuklarla günlerce ve günlerce tekrarlandı. En can düşmanlarını bile, delil yokluğu sebebiyle mahkum etmekten çekinecek şöhret sahibi kişiler bütün bir milleti akla gelebilecek her türlü vahşilik ve gayri tabii cinayetlerle suçlamak için öncülük yapmakta tereddüt etmediler. " (Sayfa 129)

Hınçak Varna şubesi tarafından Hınçak örgütünün ünlü üyelerini ve devrimcilerini anmak üzere çizilmiş olan tablo.

Kaynak : Ermeni Ayaklanmaları ve İhtilal Hareketleri.

**********



"Alışılmamış kimseler için bir fotoğraf makinesi ile çekilmiş bir resimde büyük ölçüde itimat edilecek bir ağırlık vardır. Bir enstantane resimden daha otantik bir şey düşünülemez. Hiç kimse bir fotoğraftan şüphe etmeyi aklından geçirmez, bunun için de sahte oldukları, eğer tespit edilebilirse, çok geç ortaya çıkar. Harp süresince fotoğraf montajı bir sanayi haline gelmiştir. Bütün devletler bunu yaptı, ama en eksperleri Fransızlardı." (Sayfa 135)

"1905'teki katliamlar sırasında Rusya'da pek çok resim çekilmişti, etrafında kalabalık bir insan topluluğu bulunan bir sıra cesede ait bu resimlerden biri 14 Haziran 1915 tarihli "Le Miroir"da, (Alman sürülerinin Polonya'daki cinayetleri) başlığı ile basılmıştı. Buna benzeyen diğer pek çoğu da gazetelerde yer aldı. " (Sayfa 136)

İkinci yazar Allen Lane ve kitabının adı "Evdeki Ateşi Yanık Tutun"dur. Kitabın birinci sayfasında ABD Başkanı Coolidge'in, gazetede yazarları birliğinde yaptığı bir konuşma zikredilir. Başkan şöyle konuşmuştur: "Propaganda, olayların bazı kısımlarını aksettirmeye, birbirleriyle irtibatlarını kesmeye ve bütün olay serisi salim bir şekilde tetkik edilse varılması mümkün olmayacak neticeler çıkartmaya çalışır."

Kitaptan bazı pasajlar şöyledir:

"Propagandanın gayesi, işi basitleştirmektir. Propagandayla görevli teşekküllerin ve haber organlarının kabul edecekleri yöntemlerle uzun bir süre, devamlı tekrarlarla, çarpışmaları haklı kılacak bir düşünüş yaratmaktadır. Propagandacı, halkın esasen inanmaya davet edildiği hususlara uyacağı için inanılabilecek, basit tasvirler ve hayaller yaratır. Göbels'in İkinci Dünya Savaşı'nda belirttiği gibi, saf kimselere, düşündükleri ve temenni ettikleri konularda, kendilerinin bulup teyit edemeyecekleri delilleri vermektir." (Sayfa 3)

Franz Werfel in yazdığı "Musa Dağında Kırk Gün" İsimli Kitabın Kapağı. Kitapta gerçek olayların yanında saptırılmış olaylarda yer almaktadır.

Kaynak : A Myth Of Terror.

**********



"Harp zamanında bu, her şeyden evvel, davranışları hakkındaki ön yargılara göre, düşmanın, beklenebilecek bir görünüş ve davranışını yaratmaktadır. Bu da, onu sempatik kılacak bir haberi gizleyip, düşmanı daima nefret uyandıracak bir biçimde takdimi gerektirir." (Sayfa 3)

"Vahşet hikayeleri bütün harplerde ortaya çıkar. Maksat, harbin ilham ettiği nefret ve korkunun üzerinde toplanacağı bir görüntü yaratmaktır." (Sayfa 3)

"Harp, hiç kimsenin uyuşmazlık edemeyeceği ve herkesçe bilinen evrensel ve basit ideallerle haklı gösterilir; hürriyet, adalet, demokrasi, Hıristiyanlık gibi milli hasletlerin timsali olan idealler." (Sayfa 4)

"Karakteristik vahşet hikayeleri, hareket sahasından bir hayli uzaktaki muhabirlerden gelmiştir. Bunlar değişmez şekilde, hüviyeti belirtilmeyen bazı mültecilerin anlattıklarıdır. Çok kere bunlar dahi, ikinci ağızdan duyulan hususlardır." (Sayfa 84)

Propaganda bahsi C. F. Dixon Johnson'un bir cümlesiyle bağlayabilir:

"Bu topyekün katliam hikayelerinin çıkarılmasının, nihai hesaplaşmada, Türkiye'nin zararına olarak, İngiliz Hükümeti tarafından yönlendirildiğini tekrar etmekte tereddüt etmiyoruz."

KAYNAK:
Gürün, Kamuran, Ermeni Dosyası, TTK Basımevi, Ankara 1983, s. 40-44

--
Düşmanım, düşmanlığından vazgeçinceye kadar, ben de onun amansız düşmanıyım.
Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK
--

Copyright © 2008 CiHAN TURK OLSUN Corporation

24 Aralık 2008 Çarşamba

SPOR : GS - BJK Şemsiye Giremez Yönetici Girer...

Foto :
LigTv 'den

Evinden şemsiye ile çıkıp stada gelen taraftarın sağnak yağmurda şemsiyesini stada sokmasının yasak olduğu ama maç sonrasında kulüp yöneticilerinin sahanın ortasına kadar girip hakeme saydırabildikleri bir ülkede yaşıyoruz.Futbolumuzun son garipliği budur.

Devamı Burada...

SPOR : Anelka, futbol tarihinin altın yumurtlayan tavuğu...

Anelka, futbol tarihinin altın yumurtlayan tavuğu. Kariyeri boyunca ona ödenen bonservis bedeli toplamı 131 milyon euro. Veron ve Cristian Vieri de iyi hasat yapmıştı bir zamanlar. Paris Saint Germain gibi bir kulübün ona bu kadar para ödemesi garipti, sonrası güm. 8 kulübün 4'üne para kazandırmış Anelka. Her zaman kazanan ise elbette ki kendisi...

Buradan Aynen Alıntıdır...


7 Kasım 2008 Cuma

MİMARİ : Kazakistan’ın Enerji Servetinin Mimari Sembolleri...

Tarih: 4 Kasım 2008 Kaynak: Architectural Record Yazan: William Hanley Derleyen: Burcu Karabaş, Gökçe Aras, Gül Keskin, Zeynep Güney - www.Arkitera.com
Tarihinin temelini göçebe uygarlıkların attığı Kazakistan, bugün New York’a yakın nüfusuyla 5 milyon km2’den fazla bir alanı kaplıyor. Bu özellikler göz önüne alındığında kentsel mimarinin en başarılı örneklerinin hayata geçirilebileceği bir ülke olarak görünmeyen Kazakistan, Britanyalı komedyen Sacha Baron Cohen’in 2006 yapımı Borat adlı filminde “geri kalmış bir köhnemiş kulübeler ülkesi” olarak dahi tanımlanıyor. Ancak çağdaş Kazakistan kentleri hakkındaki gerçeği, ülkenin başkenti Astana üzerinde yükselen Huzur ve Barış Sarayı’nın cam piramidi yansıtıyor.

Tasarımı Foster & Partners’a ait olan bu anıtsal yapı, geniş bir taban üzerinde yaklaşık 60 metre boyunca yükseliyor ve atriyumu, zirvesindeki bir pencereden giren gün ışığıyla aydınlanıyor. Dini liderlerin üç yılda bir yapılan özel buluşmasına da ev sahipliği yapan bir toplantı salonu, piramidin zirvesinde asılı duruyor ve zemininde bulunan büyük, dairesel camdan atriyumun ışık almasına imkan veriyor. 2006 yılında tamamlanan ve yaklaşık 61 milyon Dolar’a mal olan piramit, Sovyet geçmişinden sıyrılan ve bölgesel ekonomide bir lider haline gelen Kazakistan’ın simgesi haline geldi.


Khan Shatyr Eğlence Merkezi (Astana, Kazakistan)
Kaynak: Foster & Partners


Kazakistan 1991 yılında Sovyetler Birliği'nin dağılmasından kısa bir süre sonra bağımsızlığını ilan ederek başkentini Astana'ya taşıdı. O tarihten itibaren hükümet, gelişmiş petrol ve gaz endüstrisinden kazandığı milyarları kenti görülmeye değer hale getirmek, hatta bazı gözlemcilere göre ise "Bozkırda bir Brasilia"ya benzetmek için çaba harcadı. 2008 yılının başında petrol fiyatlarının tavan yapmasıyla gelişim dalgası ülke geneline yayıldı. Kent, bozulma konusundaki ününe ve kötü insan hakları yönetimine rağmen, Massimiliano Fuksas Architetto ve Behnisch Architekten gibi üst düzey Batılı mimarlar için oldukça cazip hale geldi. Birçok proje, kendine özgü Kazak kimliğini ortaya koyacak şekilde tasarlanıyor ve inşa süreçleriyle de dünyanın en hızlı gelişen ülkelerini taklit ediyor.


Khan Shatyr Eğlence Merkezi (Astana, Kazakistan)
Kaynak: Foster & Partners


Astana gelecek yıllarda Foster + Partners tarafından tasarlanan iki projeyle kendini gösterecek. Bunlardan ilki Birleşik Arap Emirlikleri'nden Aldar Properties tarafından geliştirilen karma kullanımlı Abu Dhabi Plaza. İkincisi ise yaklaşık 150 metrelik bir direğe asılmış, tenteyi andıran kumaş cephesiyle Khan Shatyr Eğlence Merkezi. Merkez 2009’da tamamlandığında, inşası sadece üç yıl süren kentin en büyük binası olacak.




Khan Shatyr Eğlence Merkezi (Astana, Kazakistan)
Kaynak: Foster & Partners


Kış sıcaklığının yaklaşık -18°C olduğu bir şehirde, enerji-tutucu polimer ETFE'den yapılmış şeffaf bir şemsiyenin altında yaratılan kentsel park ve 30.200 m2'lik Khan Shatyr Eğlence Merkezi, perakende satış birimleri, restoran, sinemalar ve bir su parkını kapsayacak. Projenin başındaki büyük ortak Nigel Dancey "Bu kadar büyük bir binayı, kısa zaman çerçevesi içinde inşa edebilmek için yenilikçi inşaat metotlarına ihtiyacımız olacağı açıktı. Dev bir çadır yaratarak, tasarımda da Kazakistan halkına Yurt Çadırı'nın tarihi önemini anımsatmış olduk," diyor.


Aktau, Kazakistan
Kaynak: Koetter, Kim & Associates


Tasarımında, Kazakistan'ın göçebe geçmişinden elemanlar barındıran bir başka proje de, ülkenin diğer bir bölgesi Aktau Limanı'nda yer alıyor. Şehir, ilk başta Sovyet Rusya tarafından Hazar Denizi'ndeki petrol çalışmalarına destek olması için geliştirilmişti. Şehrin alçak yatay bloklarla sınırlanan çok sayıdaki sert bulvarlar dizisi, büyük askeri araçlara ev sahipliği yapmak için tasarlandı. Boston Koetter'daki Kim & Associates'in başkanı Susie Kim "Caddeler insanlara değil, yalnızca tanklara yönelik tasarlandı," diyor.


Aktau, Kazakistan
Kaynak: Koetter, Kim & Associates


Kim’in şirketi, Millennium Uluslararası Gelişim tarafından şehrin kuzeyindeki büyümenin master planını hazırlamakla görevlendirildi. Yoğun bloklardan uzaklaşan, denize bakan villa tipi evlerin oluşturduğu geniş ve açık yürüme yollarıyla plan, Aktau’ya daha insancıl bir ölçü getirdi. “Karma kullanımlı binaların sade bir modeliyle çevrelenmiş kamusal bahçe ve parklar, planın birçok yerinde tekrarlanıyor. Böylece kamusal alana güvenli geçişle, özel mülk hissi dengeleniyor,” diyen Kim ekliyor: “Hem çevrelenmiş, hem de genişleyebilen alanlar yarattık.”

Planın tamamı, silüeti belirleyen Yeni Aktau Şehri Enerji Kulesi’nin ve kanallar, sokaklar aracılığıyla semtteki yapıları soğutacak olan yenilikçi deniz suyu pompalama sisteminin bulunduğu bir merkezin etrafında konumlanıyor. Mimarlar, bölgenin göze çarpan kamusal yapılarından biri olan ve Kazakistan’ın tarihi göçebe çadırlarından yola çıkılarak inşa edilen, camla çevrili perakende satış alanı “Crystal Souk”un (Kristal Çarşı) bir modelini yaptılar. “Geleneksel olan tek yapıları dairesel çadırları,” diyor Kim.

Kazak yetkililer, birkaç test çalışması tamamlandıktan sonra, kentin önemli bir kısmının on yıl içerisinde geliştirilmesi için çabalıyorlar. Kim, bu gelişmeleri birçok gözlemcinin de paylaştığı düşüncesini dile getirerek tanımlıyor: “Dubai’nin hızını örnek alıyorlar.”

Buradan Alıntıdır...

11 Ağustos 2008 Pazartesi

MİZAH : Arkan Sağlam mı ? :)))

'Denizli'de arastirma yapmak icin kamp kuran bir grup universite ogrencisi, kamp yakinina tuneyen bir Denizli horozunun sabahin erken saatlerinde yuksek sesle otmesinden cok rahatsiz olmuslar...
Sabahin korunde ortaya cikan horoz, once dikleniyor, sonra dakikalarca otuyormus...
Tabii ekipte ne uyku ne de huzur birakmiyormus.. .
Sonunda sabirlar tukenmis...
Susturmak icin baslamislar horozu kovalamaya.. . Horoz onde.. Gencler pesinde...
Mahalle arasina dalmislar... Kovalamacayi goren, fakat bir anlam veremeyen yasli dede, seslenmis:
- Hey, evlatlar!.. Bu zavalli horozu niye urkutuyorsunuz? ..
- Dede, sabahin korunde otmeye basliyor, kampi ayaga kaldiriyor. O yuzden basini kesecegiz!..
- Yaziktir evladim yapmayin!.. demis ihtiyar, birakin, ben onun sesini keserim, bir daha da rahatsiz etmez sizi...
Gencler bunun uzerine kovalamayi birakmislar.
Ertesi sabah, hafif 'gak - guk' sesleri disinda horozdan kayda deger hicbir ses cikmadigini gorunce de sasirip dedeye kosmuslar:
- Yahu dede, ne yaptin da bu horozun sesini kestin?..
Ihtiyar gulmus:
- Kicina zeytinyagi surdum. Horoz kabararak otmeye yeltendiginde, gerisi tutmuyor ki kuvvet alsin... Ancak 'gak - guk' edebiliyor.. .
Kissadan hisse:
Arkan saglamsa, istedigin kadar kabarir, diklenir, sozunu dinletirsin.
Arkan bir gevsemeye gorsun, ancak 'gak-guk' edersin...

(İnterNetDen)

DİN : Bilgisayar ve İman...

BİLGİSAYAR VE İMAN
Cami imamı Abdullah hoca, resmi işlerini yaptırmak için nufus müdürlüğüne gider.

Kendisinden TC kimlik numarası istenince, en yakıninternet-cafenin yolunu tutmak zorunda kalır.
Cafenin kapısından girerken levhada yazılı isim 'fesuphânallah'lar,estagfirullah'lar cektirir hoca efendiye, hem de peşpeşe:

Cafe işleten delıkanlıya:
- Evlâdım T.C. kimlik numarası istediler benden, yardımcı olabilir misin?
- Tabi amcacım, siz şuraya oturun, şu işimi hemen bitirip sizinle ilgilenirim.

Abdullah hoca başlar beklemeye. Boylelikle bulundugu mekânı inceleme fırsatı da geçer eline.
Demek ki gençlerin girip bir türlü çıkmak bilmedikleri, internet-cafe denilen yer burasıdır.

Gözüne takılan her detaydan rahatsız olarak, huzursuz bakışlarla etrafını süzer durur.
Evin bodrumunda kurduğu fare tuzakları gelir aklına. Küçücük bir peynire tutsak olan fareler nasıl kapandan cikamiyorlarsa, ayrı telden ayrı telden oyunlara yakalanan gençlerin de buradan çıkamadıklarını düşünür. Bir 'fesuphanallah'
Bir 'fesuphânallah' daha çeker ve:
- Ähir zaman fitneleri işte canım, der kendi kendine

Hoca efendinin huzursuz olduğunu fark eden delikanlı hemen bir çay söyleyince, kendisine ikram edilmesinden memnun olur.
En azından bu da bir hürmet ifadesidir. 'Aferin' derken içinden, hayflanır, istemeden:
- Yazık oluyor bu gençlere, hayatlarını heder ediyorlar.

Boşa hayıflanmanın, vah vah demenin, bir faydası olmayacağını bildiği için, delikanlıyla hasbihal etmeye karar verir:
- Delikanlı sana bir ş ey soracağım ama bilmem ne düşünürsün?
- Buyurun amca, ne soracaktınız?
- Sen Allah'i bilir misin?

Birbirine girmiş, hiçbir şekle benzetemediği joleli saçları, her baktığında bir 'fesuphanallah' daha çektiği sakal şekliyle
bu delikanlıdan aldığı cevap, hoca efendiyi pek şaşırtır.
Cafeyi işleten delikanlı gülümseyen gözlerle bakarak:
- Kul, kendisini yoktan var edip hayat bahşeden, düşünecek akıl, görecek göz veren Rabbini nasıl bilmez amca?

Hayretle sormaktan alamaz kendisini:
- Biliyor musun? Peki neyle biliyorsun Allah'ı, bana bir anlatır mısın?

Delikanlı eliyle cafedeki bilgisayarları göstererek cevap verir:
- Bu bilgisayar ile biliyorum amca.
- Bunlarla mı? Pek anlayamadım.
- Bu bilgisayarların varlığı benim nazarımda Allah'ın varlığının en açık delillerinden biridir.
Bilgisayar kullananlar gayet iyi bilirler amca,böyle bir makine, ancak bir mühendis ve üstün bir teknol oji ile var olabilir.
Ateistin en önde gidenine sorsan, bu zımbırtının tesadüf eseri oluşmayacağını,
mutlaka birisi tarafindan yapılmış olduğunu söyler sana.
Meselâ Darwin kalkıp dirilse, şu laptopu göstersen, desen ki:
'Bu Älet, şu hesap makinesinin tesadüfler zinciriyle evrimleşmiş hâlidir.'
Darwin bile 'çüş lan deve' der.

Abdullah Hoca delikanlının anlattıklarından hoşlanmıştır. Keyiflenir:
- Bilgisayarın kendiliğinden yapıldığını kabul etmeyen adam, onu yapan insanın yaratılmış olduğuna gelince
kıvırıveriyor değil mi evlâdım?

- Bak amca, burada 20 tane bilgisayar var, bunlar bir sistemle birbirine bağlı, hepsi bir program tarafından idare ediliyor.
Bu sistemi ben kurdum, burayı ben çekip çeviriyorum. Buradaki düzen benden sorulur;
Yani bir anlamda da farzi muhal buranın tanrısı benim.

Bazen oy un oynayıp, interneti kullanıp para ödemeden sıvışmaya kalkanlar oluyor.
Hemen yakaliyorum onları. 'Gel bakalım! Nereye gidiyorsunuz böyle?
Buranın nimetlerinden faydalanıp başıboş bırakılacağınızı mı zannettiniz?
'Paramız yok abi! ' derlerse; 'Yok öyle yağma! ' deyip cezalandırıyorum.
Internet-cafeyi temizletiyorum: paspas yapıyorlar, camları silip tuvaleti temizlettiriyorum.

Bir saat oyunun, internetin bedeli olur, bunun hesabı sorulur da, sayısız nimetlerle dolu koca bir ömrün hesabını sormazlar mı insana?
Bir cafenin bile işlerini düzenleyen, tertip eden biri varken, koca kâinatı kusursuz işleyen bu sisteminin bir kurucusu olmaz mı?
Olmaz diyenin ahmaklığını bütün noterler tasdik etmez mi?

- Vallahi evlâdım pek takdir ettim seni. Peki Allah'ı nasıl bilirsin, neye benzetirsin?
-Ben Allah'ı hiçbir şeye benz etmeden bilirim amca.

- Bunun böyle olacağını nasıl bildin evlâdım? Delikanlı eliyle bilgisayarları işaret etti:
- Yine bunlar sağ olsun. Bu bilgisayarları yapan mühendisler başka, bilgisayarlar başkadır. Birbirlerine benzemezler.
Programı yazan insan başkadır, ortaya konulan program ise bambaşka.
Bilgisayarda yüklenmiş bilgiler vardır, fakat benim bilmem yine başkadır.
Kamerası vardır, ses düzeni vardiır, ama benim gözlerim ve duyup konuşmam farklıdır.

Abdullah amca çocuğun feraset ve anlayışını çok beğenmişti.
Sorduğu sorulara aldığı cevaplar, gayet mantıklıydı ve berrak bir imana işaret ediyordu.
Aslında buradaki işi bitmiş, kimlik numarasını çoktan almıştı; ama muhabbete devam etmek istedi.

- Peki varlığına inandığın Rabbin için ne yapman gerektiğine dair ne biliyorsun?
- Ne yapmam gerektiğini biliyorum amca, fakat ne kadarını yapabildiğim hususunda kendimi yeterli görmüyorum.
- Ne bildiğini söylersen, neler yapabileceğine dair yardımcı olabilirim belki evlâdım.
- Neler yapmam gerektiğine dair şuradan biliyorum amca:
Öncelikle, Rabbim bana bir gönül vermiş. Kendisini bilmeyi nasip edip muhabbetini gönlüme yerleştirmiş.
Ben de gönlümde sadece O'na ve sevdiklerine yer vermeliyim,
O'nun istemeyeceği şeyleri gönlümden uzak tutmalıyım.

İkinci olarak bana verdiği dili razı olmayacağı sözlerden korumalıyım. Her zaman O'nu soylemeli, O'nu anlatmalıyım.
Son olarak bana verdiği bu bedeni onun razı olacağı şekilde kullanmalı, bir gün toprak olacak vücudumu
O'nun yolunda eskitmeliyim. Benim bildigim bundan ibaret.|

- Ee evlâdım daha ne yapacaksın, başka bir şey kalmadı ki!
- Efendim yapmalıyım, etmeliyim diyorum ama, bal demekle ağız tatlanmıyor ki!
Gidilecek yolu bilmek ayrı, usuluyle yolda yürüyebilmek apayrı bir şey|
Yine bilgisayar tabirleriyle söylemek gerekirse,
Şeytan denilen melun HACKER, benim sistemimde ki NEFS virusunu aktif hale getiriyor.
Üstesinden gelebilene aşk olsun. Etkili bir antivirus programı bulmam lazım belki de..

- Ben biliyorum, dedi Abdullah Hoca ve ekledi: NAMAZ
- Eveeet amca, NAMAZ anti-virus programlarından birisidir. Hayat sistemine kurup, gunde beş kere da bağlanırız
Böylece sürekli güncellenir.

(İnterNetDen)

15 Temmuz 2008 Salı

VİDEO : Pekin Metrosu... Şaka gibi... (Kara Mizah)



(İnterNetDen)

MİZAH : İyi ki Temel Var Hayatımızda...

Temel esinin yas gununde ne almis?
Kurulanmasi icin bir havlu.

Temel hamile karisinin cok su icmesine izin vermiyormus. Nicin?
Bebek yuzme bilmiyordur diye...

Temel her yemekten sonra cebine bir kaşık koyuyormus. Nicin?
Doktoru yemeklerden sonra bir kaşık almasini soyledigi icin...

Temel hasmina tehtid mektuplari yazarken eldiven giymis. Neden?
El yazisi taninmasin diye.

Milyarder Temel'in cocuklari, derslerini villalarinin bahcesinde yapiyorlarmis. Nicin?
Temel'e 'zengin adamsin, cocuklarini disarida okut ' dedikleri icin .

Temel dolmakalemiyle mektup yazarken birden cok hizli yazmaya baslamis Neden?
Dolma kalemin murekkebi bitmek uzereymis .

Temel doktorunun muayenehanesine kocaman bir fici ile gitmis. Nicin?
Doktoru alti ay sonra idrarinla birlikte gel demis.

Temel sacini islatmadan sampuanliyormus. Nicin?
Sampuanin etiketinde 'kuru saclar icindir' diye yazdigi icin.

Atletizm sampiyonasina katilan Temel, doping yapmasina ragmen sonuncu olmus Neden?
Doping yaptigi anlasilmasin diye.

Temel yeni satin aldigi otomobilini kullanirken kahkahalarla guluyormus. Nicin?
Dostlari gule gule kullan demis.

Temel yeni aldigi ayakkabisini bir hafta giymemis Neden?
Satici bir hafta kadar ayaginizi sIkabilir dedigi icin.

Temel araba kullanirken sIk sIk cebinden kucuk bir kagit cikarip okuduktan sonra tekrar cebine koyuyormus.
Ne mi yaziyormus bu kagitta?
Gaz pedali sagda, fren solda. :))

(İnterNetDen)

14 Temmuz 2008 Pazartesi

GENEL : Türkiye şehirleri haritası, internetteki en yaygın arama sitesi Google'da yayınlanmaya başlandı.


Türkiye'deki şehir haritalarına http://maps. google.com/ adresinin 'search map' bölümüne aranan şehrin ismi yazılarak erişilebiliyor.

İlk etapta 34 büyük şehir, sokaklarından tutun da otel, okul, hastane, eczane, cami, market, taksi durakları ve yerleşim sitelerine varıncaya kadar Google'a girdi.

Türk bilişim firması Başarsoft'un karadan adım adım dolaşarak hazırladığı dijital harita, hafta başında sessiz sedasız yayına konuldu. Bunun için 18 ayda, 34 ilde 4 ayrı ekip 550 bin kilometre yol kat etti. Harita, yazılım mühendisleriyle birlikte 20 kişilik ekibin emeğiyle oluştu. Haritayı hazırlayan ekibin giremediği tek mahalle ise Ankara'daki Çinçin oldu.

Nöbetçi eczaneyi Google'da ara

Dijital haritada cadde üstündeki marketlere varıncaya neredeyse her önemli nokta, yer atlanmadan haritaya işlenmiş. İstanbul'da 4 bin 343 eczane işaretli. Bundan böyle nöbetçi eczaneler, kendisine giden yoldaki bütün sokak ve yakınındaki önemli merkezlerle birlikte Google'da gözükecek.

Bir şehirde önemli ne kadar donatı varsa hepsinin yer aldığı haritada işaretli mekân çeşitlerinden bazıları şöyle: Akaryakıt istasyonları, duraklar, otoparklar, dinlenme tesisleri, terminaller, rıhtımlar, okullar, camiler, hastaneler, banka şubeleri, kamu binaları, kütüphaneler, karakollar, adliyeler, belediyeler, hamamlar, oteller, tarihî eserler.

Google'da yer alan iller

Adana, Ankara, Antalya, Artvin, Bursa, Çanakkale, Çankırı, Denizli, Diyarbakır, Edirne, Eskişehir, Gaziantep, Giresun, Gümüşhane, Mersin, İstanbul, İzmir, Kastamonu, Kayseri, Kırklareli, Kocaeli, Ordu, Rize, Sakarya, Samsun, Tekirdağ, Trabzon, Uşak, Yozgat, Bayburt, Kırıkkale, Bartın, Yalova ve Karabük.

(İnterNetDen)

12 Temmuz 2008 Cumartesi

MİZAH : Tatile gidemeyenler üzülmeyin, buyrun size alternatif. (Karikatür :)))

(İnterNetDen)

AKLINIZDA BULUNSUN : KONFİCYUS' A GÖRE BEŞ AĞIR SUÇ...

Haydutluk ve hirsizlik bunlarin arasinda degildir, daha sonra gelirler.

Bu bes suc sunlardir:

Birincisi:
Uyumsuz ve asi bir tabiatla birlikte gozupeklik;

İkincisi :
Asagi bir hayat tarziyla birlikte inatcilik;

Üçüncüsü :
Çenesinin kuvvetli olmasiyla birlikte yalancilik;

Dördüncüsü :
Herkesin ayibini, kusurunu aklinda tutmakla birlikte herkesle dost gecinmek;

Beşincisi :
Hak ve Adalet duygusu olmamakla birlikte yaptigi haksizliklari suslu ve parlak gerekceler arkasina gizlemek...


(İnterNetDen)

TARİH : ' Nene Hatun ' Tarihimizden Altin Bir Yaprak...

Takvimler 7 Kasim 1877’yi gosteriyordu.

Nene Hatun uc yil once evlenmisti. Henuz yirmisindeydi ve uc aylik bebegi vardi.. On bes gun once, koyleri Rus askerleri tarafindan isgal edilince, ailesiyle Erzurum’a gelmisti. Turk ordusu uzunca bir zamandir bircok cephede carpisiyordu. Dogu cephesinde de savas butun hiziyla devam ediyordu. Aslinda Gazi Ahmet Muhtar Pasa simdiye kadar dusmanin isini coktan bitirecekti; ama hesapta olmayan bir dusman daha vardi. Yillarca bu topraklarda birlikte yasadigimiz Ermenilerden bir kismi simdi ceteler hâlinde geziyor, baskinlar yapiyor, mâsum insanlari -hem de coluk cocuk demeden- katlediyordu. Daha dun sabah, yakinlardaki bir koyde ceteler tarafindan agaca civilenen bebegin hikâyesini dinlemisti. Allah’im bu nasil bir vahsetti, bunu yapanlarin hic mi vicdani yoktu! Nene Hatun, asirlarca birlik ve beraberlik icinde yasadiklari bu insanlardan bazilarinin bugun nicin bu derece canavarlastiklarini zaman zaman dusunuyor; fakat ikna edici bir cevap bulamiyordu. Bu ceteler yuzunden eli silâh tutan herkes cepheye gidemiyor, mâsumlar katledilmesin diye koylerde nobet tutuluyordu.

Kerpicten yapilma iki odali evlerinin kucuk odasinda safagin sokmesini bekleyen Nene Hatun, bir yandan sobanin yani basindaki besiginde uyuyan bebegini salliyor, diger yandan da mum isiginda sag elindeki Mushaf’i okumaya devam ediyordu.

Bircok yakini cephedeydi. Uzun zamandir hic birinden haber alamamisti. Dun kusluk vakti agabeyini getirmislerdi. Vucudunda bogaz bogaza carpismanin sebep oldugu cok derin sungu yaralari vardi. Âdeta damarlarinda kan kalmamisti. Ve bir-iki saat sonra Nene Hatun’un kollarinda ruhunu teslim etti. Nene Hatun, kutlu bir yolda canini veren ve sehadet serbetini icerek sonsuzluga ucan agabeyinin vucuduna sarilip agladi, agladi, agladi... Sehitlerin ardindan aglanmaz diye engel olmaya calistilar; ama Nene Hatun sadece agabeyi icin degil, vatan icin de agliyordu.

Cepheden gelen son haberlere gore dusman cok kalabalikti, ondan da onemlisi iyi silâhlari vardi. Bunlari dusunurken, dilinden hic dusurmedigi duasini bir kez daha tekrarladi: “Allah’im, dusmanlari Sen’in azamet ve kudretine havale ediyor ve serlerinden Sana siginiyoruz.”

Sabah ezaninin okunmasina az bir zaman vardi. Disaridan gelen bagrismalar ve silâh sesleriyle irkildiler. Esinin disari cikmasiyla iceri girmesi bir oldu ve kararli bir sekilde sunlari soyledi: “Ermeni ceteleri ve Rus askerleri tabyalara saldirmislar, karsi koymaya gidiyoruz. Eger donemezsem ve dusman buraya kadar gelirse sakin teslim olmayin, alacaklarsa cesetlerinizi alsinlar. Allah’a emanet olun!” Ve sobanin yaninda duran baltayi kaptigi gibi kapidan yildirim hiziyla tabyalara dogru kosmaya basladi.

Nene Hatun’un cesaretli ve sogukkanli bir yapisi vardi. Kocasinin kolay kolay geri donmeyecegini biliyordu. Arkasindan “Allah yardimciniz olsun!” diye dua etti.

Zaman hayli ilerlemisti. Silâh seslerinin ardi arkasi kesilmiyordu. Abdestini tazeledi. Yuregi cephede, kulagi ezandaydi. Fakat minarelerden ezandan hemen once farkli bir ses duyuldu. Aziziye Tabyalari’nin dusman eline gectigi, askerlerin cogunun sehit oldugu ilân ediliyordu.

Cok dinleyemedi Nene Hatun. Cocugunu optu, kokladi; “Nâzim’im seni bana Allah verdi, ben de seni yine O’na emanet ediyorum” dedi. Eline satirini ve sehit agabeyinin tufegini aldigi gibi tabyalara dogru kosmaya basladi.

Tabyalarda mevzilenmis ceteler ve dusman askerleri, kendilerine dogru akmakta olan iman ordusu karsisinda sanki butun Anadolu uzerlerine geliyormus gibi hissettiler. Baslarindaki subayin “Ates serbest!” emriyle namlular birbiri ardina patlamaya basladi. Ilk siralarda olanlar birer birer yere yigiliyordu; ama gelenlerin ardi arkasi kesilecek gibi degildi. Dusman, hic boyle bir direnis beklemiyordu. Yediden yetmise butun Erzurumlular, tabyalarin demir kapilarini bir kâgit gibi cigneyerek dusmanin icerisine dalmisti. Ceteler ve dusman askerleri sel sularinda eriyen kar gibi eridi. Carpisma kisa surmustu. Nene Hatun, cetelerin olanca kinleriyle sokerek yere attiklari sanli bayragi dustugu yerden aldi, alnina goturdu ve gozlerinden yaslar bosanirken ait oldugu yere asti. Nene Hatun ve kahraman Anadolu insaninin o sabah baslattiklari mucadele, dusman, vatan topraklarini terk edinceye kadar devam etti. Iyi donanimli dusman askerlerinden tabyalar geri alindi. Uc bin dusman askeri oldurulmustu. Buna karsilik bin kadar sehit vardi. Varsin olsundu, vatan olmadiktan sonra yasamanin ne mânâsi vardi?!..

Nene Hatun da omzundan yaralanmisti. Ama o âdeta kendini unutmus, yarasi daha agir olanlarin yardimina kosuyordu. Birkac dakika oncesine kadar cephede mermi tasiyan, askerlere su dagitan ve siper kazan kahraman kadin, simdi yerini askerlerin yaralarini saran bir hastabakiciya birakmisti.

O gun Aziziye Tabyalari’nda, Musluman-Turk tarihinde Nene Hatun’la sembollesen altin bir sayfa daha acildi. Allah icin can siperâne mucadele veren Safiyye ve Nesibe Hatunlarin, Ûmm-û Hiramlarin, cepheye cephane tasirken donarak sehit olan Serife Analarin, cephane arabasinin boyundurugunun bir tarafina elde kalan tek hayvanini, diger tarafina da kendisini kosarak cepheye mermi tasiyan Ayse Analarin olusturdugu altin halkaya bir kahraman kadin daha eklendi.

Nene Hatun’un vatan icin kahramanca verdigi mucadele bu kadarla da bitmemisti.. O gun evde uc aylikken biraktigi oglu Nâzim ve daha sonra dogan uc oglundan ikisi, Birinci Dunya Harbi’nde canlarini vatana feda ettiler.

Ne mutlu sana Kahraman Ana. Kendin gazi, ogullarin sehit...

Aziziye Tabyasi’na diktigin bayrak, bugun dalgalanmaya devam ediyor.


(İnterNetDen)


MİMARİ : Başkan Topbaş’ın Tepebaşı’ndaki hayali gerçekleşiyor…

Tarih: 8 Temmuz 2008 Kaynak: İstanbul Büyükşehir Belediyesi www.arkitera.com


Tepebaşı’nda TRT stüdyolarının ve İMP’nin bulunduğu alana, projesini dünyaca ünlü mimar Frank Gehry’nin çizdiği ve içinde dram tiyatrosu ile konser salonunun da bulunacağı muhteşem bir kültür merkezi yapılacak. Başkan Topbaş, projenin müjdesini merkezin yapımına talip olan İşadamı İnan Kıraç ile birlikte verdi.

Tepebaşı’nda TRT stüdyoları ile İstanbul Metropoliten Planlama ve Kentsel Tasarım Merkezi’nin (İMP) bulunduğu alana, avam projesini dünyaca ünlü mimar Frank Gehry’nin çizdiği, mimari estetiğiyle dünyanın ilgi odağı olacak muhteşem bir kültür merkezi inşa edilecek. Toplam 14 bin metrekarelik alanda 200 milyon dolarlık dev bir yatırımla, içinde Başkan Topbaş’ın hayali olan tarihi dram tiyatrosu ile 1850 kişilik konser salonu ve 4 bin araç kapasiteli otoparkın da bulunacağı kültür merkezi hayata geçecek.

TRT ile prensipte anlaşıldı
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, projenin müjdesini merkezin yapımına talip olan İşadamı İnan Kıraç ile birlikte İMP’de düzenlediği basın toplantısında verdi. 2005 yılının Ocak ayında İnan Kıraç ile toplam 14 bin metrekarelik bu alana TRT stüdyo binası yerine kültür merkezi yapılması konusunda görüştüklerini belirten Başkan Kadir Topbaş, TRT’ye stüdyolarını taşıyabileceği bir yer önerdiklerini ve prensipte anlaştıklarını söyledi.




MİMARİ : Berlusconi, “Milano’da yeterince çükü kalkmayan var” ...

Ünlü mimarın kulesi ‘erkeksi’ olmayınca...

Tarih: 8 Temmuz 2008 Kaynak: Radikal
Berlusconi, Libeskind’ın eğimli kulesi için “Milano’da yeterince çükü kalkmayan var” yorumu yaptı. İtalya’da son dönemde bazı model ve dansçıların iş bağlantılarını takip etmesi ve kabinesine bakan yaptığı eski model Mara Carfagna’yla müstehcen telefon konuşmalarıyle olay yaratan sağcı Başbakan Silvio Berlusconi, bu kez cinsellik takıntılı tavrıyla dünyanın en ünlü mimarlarından birini çileden çıkarttı. Berlusconi, Leh kökenli ABD’li mimar Daniel Libeskind’ın Milano’nun tarihi mahallesi Fiera Milano’daki kentsel dönüşüm projesi için tasarladığı sanat müzesi ve ofis binalarını içeren gökdelenin eğimini ‘yeterince erkeksi’ bulmayınca fırtına koptu.

Manchester’daki Emperyal Savaş Müzesi, Berlin’deki Yahudi müzesi ve Manhattan’da Dünya Ticaret Merkezi yerine yapılacak kompleksin mimarlarından Libeskind’ın Milano projesi için tasarladığı kule, Britanyalı mimar Zaha Hadid ile Japon meslektaşı Arata Isozaki’nin binaları arasında eğimli duruşuyla dikkat çekiyor. Atışma ülkenin en zengin işadamı Milanolu Başbakan’ın tasarıma dair hoşnutsuzluğunu cinsel içerikli kinayeyle dile getirmesiyle başladı. Gaflarıyla nam salmış Berlusconi, Corriere della Sera’ya “Milano zaten çükü kalkmayan bir sürü insanla doludur. Epi topu Viagraya ihtiyaç duyacak biri daha eklenecek” deyiverdi. Ünlü mimarın yanıtı gecikmedi. Berlusconi’nin yorumunu faşist ideolojiye bağlayan Libeskind, “Faşist İtalya’da ‘dümdüz’ (eşcinsel) olmayan herşey ‘yakışıksız sanat’ görülürdü. Kulemde Leonardo da Vinci’den esinlenilmiştir ve bu büyük İtalyan kültürüne aittir. Ama o bunları düşünecek entellektüel birikim yahut zamana sahip değil” çıkışını yaptı. Libeskind, “Bir Amerikalı ve Yahudi olarak Berlusconi’yi berbat buluyorum. Milliyetçilik algısı, sınırları kapatıp farklı olanı olumsuzlaması tiksindirici. Yabancılardan nefret ediyor” diye ekledi.

Berlusconi projeyi iptal edebilir
Tasarımı beğenmeyenler, Berlusconi’nin müdahelesiyle binanın biraz ‘dikleşmesi’ umudunu dile getirse de, atışmanın Başbakan’ın kompleks için verilmiş izni iptaline yol açacağı söyleniyor. Milano’nun eski kültür danışmanı Vittorio Sgarbi, “Mimar özür dilemezse Başbakanın kendisine izin vereceğini sanmıyorum” dedi.

7 Temmuz 2008 Pazartesi

VİDEO : Boksör Kedi (TV 'nin gücü)


(İnterNetDen)

MİZAH : Dikkat Manuel Virüs....

MANUEL VİRÜS..:))......................!!!

SAYIN MESAJI ALAN KİŞİ,

Şu anda pir Laz Virüsü almış puluniysunuz...
Biz, Trabzon-Türkiye'de henüz yeterli teknolojik imçanlara sahip
olmatuğumuzdan, pu pir MANUEL virüstür!!

Lütfen, çendi hard disçinizdeki püdün tosyalari çendinuz silerek yok edinuz ve bu maili biltuğunuz herçese cönderinuz!!

Pize yardımci oltuğundan dolayi ı çok teşeççür ederuz.

Hacker Temel



Lazlara özel not :

Bu bir şaka e-mailidur. Bu Mail'e uyup da hard disçinizdeki tosyalari silmeyinuz

Suat Koçak

suatkocak@gmail.com

KARİKATÜR : Çin Malı... (Erdil Yaşaroğlu)

(İnterNetDen)

5 Temmuz 2008 Cumartesi

TARİH : Türkler ve Kızılderililer ... ( I )

Amerika Kızılderilileri, Altay, Saha Sire ve Anadolu Türklerinde Yaratılış Destanları -I-
Ahmet Ali ARSLAN
aaarslan2002@yahoo.com
www.haberakademi.net


Kuzey Amerika’da yaşayan Kızılderili kabilelerinin çoğunda yerin ve insanın yaratılışına dair efsaneler var. Bu efsanelerde Yerin yaratılmasıyla ilgili olarak “istifade” edilen hayvan ve “malzeme”nin bölgenin özelliği ve coğrafyasına göre farklılıklar gösterdiğini böylelikle efsanelerde bir “coğrafya” belirdiğini söyleyebiliriz. Anlatılan efsanelerde Yerin yaratılmasında rol alan hayvanlardan o bölgenin coğrafyası hakkında bir fikir edinmemiz mümkündür. Amerika kıtasının kuzey kesimlerinde yaşayan Yerli Kızılderili kabileleri arasında anlatılan yerin Yaratılması ile ilgili efsanelerde adı geçen hayvanların özellikle Kara kaz, karabatak, Yaban Ördeği olduğu halde, Amerika’nın güneyinde yaşayan kabileler arasında çoğunlukla bataklık ve durgun sularda yaşayan Kunduz, Kurbağa, İstavrit, Örümcek gibi hayvanların ve canlıların Yerin yaratılması olayında rol aldıklarını görüyoruz. Bu durum bize, Yerli Kabilelerin yerleşme merkezlerinin ve efsanelerin coğrafyasını çıkarmamızda yardımcı olmaktadır. Kuzey Amerika Yerli Kızılderili kabilelerinin, kendi doğma topraklarını işgal ettikleri ve onları haksız yere katlettikleri için, “Soluk Yüzlü” beyazlara yaklaşmaları ve onlarla kaynaşmaları çok zor olmuştur. Kızılderililerin hakkında bildiklerimiz, ölümlerine yakın günlerde konuşan ve bildiklerini anlatan Kızılderili Şamanları ve bilge kişilerinin anlattıklarına dayanmaktadır. Amerikan Yerlilerinin en büyük ve güçlü Şamanlarından Black Elk (Kara Geyik) ölümünden önce, Kızılderililerin bazı inançlarını açıklayarak, kendisinden önce bu bilgileri kimseye anlatmadan vefat eden veya öldürülen Kızılderili Şamanlarından oldukça farklı davranmıştır. Kızılderili kabileleri arasında yaşayan eski Kızılderili kültürünün izleri, Orta Asya’nın “Atlı Medeniyeti” ve diğer inançlarıyla büyük bir paralellik göstermektedir. Altay Türkleri arasında yaşayan ve Radloff tarafından derlenen Altay efsanelerinde olduğu gibi, Kuzey Amerika yerli Kızılderili kabileleri arasından derlenen destan ve efsanelerde Yeri yaratanın kimliği açık olarak belli değildir. Sadece yeri “yaratandan” ve onun bu kuvvet ve “kudret”i aldığı “yüce” bir makamdan bahsedilmektedir. Hatta bazı Kızılderili kabilelerinin Yaratılış efsanelerinde, erkek ve kadının yaratılması safhasında özellikle, “Kaplumbağanın kaburgası” ve “Erkeğin sol kaburgası” sözleri yer almaktadır. Bunlar insanı şaşırtacak kadar, Orta Asya Türk boyları arasında yaşayan Yaratılış efsanesi ile büyük bir paralellik göstermektedir. Kuzey Amerika’daki Yerli Kızılderili kabilelerinden bazılarında tespit edilen Yerin Yaratılışı efsanelerinden örnekler verdikten sonra, şimdi de Radloff’un derlemiş olduğu Altay efsanelerinde Yerin yaratılmasıyla ilgili kayıtlara bakalım. W. Radloff tarafından derlenen Altaylardaki Yerin Yaratılışı ile ilgili efsane şöyle başlıyor:“...Dünya yaratılmadan önce, kâinat tamamen suyla kaplıydı. Yer, Gök, Ay, Yıldızlar ve Güneş henüz yaratılmamıştı. Yaratıcı Kuday’ın yanında başka bir “kişi” daha vardı. Bunlar devamlı olarak konacak yer olmadığı için Kara Kaz şeklinde uçsuz bucaksız suyun üzerinde uçup duruyorlardı. Kuday, hiçbir şey düşünmüyordu. “Kişi”, etrafta rüzgar çıkarıp suyu dalgalandırdığı zaman, Kuday’ın yüzüne bir miktar su sıçradı. Bu “kişi” kendisinin Kuday’dan daha güçlü olduğunu sandı. Sonra suya daldı. Az daha boğulacaktı. “Kuday bana yardım et,” diye yalvarmağa başladı. Kuday, “Yukarı çık,” diye emretti ve o suyun yüzüne çıktı. Kuday şöyle emretti,” Burada bir taş yaransın.” Suyun derinliklerinden bir taş suyun yüzüne çıktı. Kuday, yanındaki “kişi” ile sudan çıkan bu taşın üzerine oturdular. Kuday bu “kişi”ye, “Suyun dibine dal ve oradan çamur çıkar,” diye emretti. “Kişi”, suyun dibine daldı ve oradan getirdiği çamuru Kuday’a verdi. Kuday bu çamuru suyun üzerine atarak, “Burada bir Yer yaransın,” dedi ve orada bir kara parçası belirmeğe başladı. Böylelikle suyun üzerinde bir kara parçası yaranmış oldu. Kuday, bu “kişi”ye tekrar suya dalıp oradan yine bir miktar çamur çıkarmasını emretti. “Kişi” tekrar suya daldı ve suya daldığında kalbini bozdu ve kendi kendine, “ben kendim için de biraz çamur çıkarayım,” diye mırıldandı. İki elini çamurla dolduran “kişi” kendisi için de bir parça çamur saklamak gayesiyle bir parça çamuru ağzına koyarak gizletti. “Kişi” Kuday’dan gizli olarak kendisi için bir “yer” yaratmak sevdasındaydı. “Kişi” suyun yüzüne çıktıktan sonra, elindeki çamuru Kuday”a verdi. Kuday bunu da suyun üzerine serpti ve serptiği yerde de bir kara parçası oluşmağa başladı. Bu arada, “kişi”nin ağzına sakladığı çamur giderek büyümeğe başladı. Az daha boğulup ölecekti. Kuday’dan uzaklaşıp bir yerde saklanmak istedi. Fakat ne tarafa baktıysa, Kuday’ı yanında buldu. Boğulup öleceğini anlayan “kişi” Kuday’a yalvarmağa başladı. “Ey güçlü Kuday, bana yardım et,” dedi. Kuday ona hitaben, “Sen ne yapmak istiyorsun? Ağzına çamur saklamayı mı düşündün yoksa? Bu çamuru ne yapacaktın?,”diye çıkıştı. “Kişi” Kuday’a, “Ondan kendime bir yer yaratmayı düşünmüştüm,” diye cevap verdi. Kuday ona “Yere at ağzındaki o çamuru,” diye bağırdı. “Kişi” ağzındaki çamuru tükürünce, onlar etrafa dağıldı ve küçük tepecikler meydana geldi. Sonra Kuday “kişi”ye dönerek, “Şimdi sen günah işlemiş sayılırsın. Bana karşı fenalık yapmak istedin. Bundan sonra sana inanan insanların düşünceleri de seninki gigi hayırsız olacak. Bana inanan insanların düşünceleri berrak ve temiz olacak ve onlar ışığı, aydınlığı ve güneşi görecekler. Bundan böyle benim adım “Kurbustan”, senin adın”Erlik” olarak anılacak. Günahlarını benden gizletenler senin, senden gizletenler ise benim taraftarım olsun,” dedi. Orada, dalsız ve budaksız bir ağaç bitmişti. Kuday bu ağacı gördü ve, “Dalları olmayan bir ağaca bakmak hiç de hoş bir şey değil, bunda dokuz tane dal bitsin,” diye buyurdu. Ağaçta dokuz tane dal bitti. Kuday yine şöyle dedi, “Bu dokuz daldan dokuz tane insan türesin ve bunlardan da dokuz tane ayrı millet olsun”. Erlik, kalabalık bir insan sesi işitti. “Acaba bu gürültü de neyin nesidir?,” diye merak etti. Kuday, “Sen de bir hakansın, ben de. Bu gürültüsünü işittiğin halk benim tebaamdır,” dedi. Erlik, bu halkın kendisine verilmesini istedi. Kuday, “Hayır, onu sana vermeyeceğim. Sen kendi başının çaresine bak,”dedi. Erlik, “Şu Kuday’ın tebaasını bir yakından göreyim,”dedi ve kalabalığa doğru yürüdü. Erlik bir yere geldi ve insanlar, çeşitli kuşlar ve hayvanların yaşadığı kalabalık bir topluluk gördü ve kendi kendine, “Kuday bunları nasıl yaratmış? Bunlar ne içip, ne yiyorlar, neyle geçiniyorlar?,”diye sordu. Burada yaşayan insanlar bir ağacın meyveleriyle besleniyorlardı. Ağacın bir tarafında yetişen meyveleri yiyor fakat diğer tarafta yetişen meyvelere dokunmuyorlardı. Erlik onlara neden bu meyvelerden yemediklerini sordu. Orada bulunan insanlar ona cevap verdi ve dediler ki, “Kuday bize bu dört dalda olan meyvelerden yememizi yasak etti. O bize Güneşin doğduğu taraftaki meyvelerden yememizi buyurdu. Yılan ve Köpeğe de bu dört yasak daldan meyve yemek isteyenlere mani olmasını emretti. Bundan sonra Kuday Göğe kalktı ve bu beş dalın meyveleri ise bizim erzak kaynağımız oldu”. Erlik, buradaki insanlardan bu sözleri duyduktan sonra, Törüngey adlı bir kişiyi buldu ve ona “Kuday doğru söylememiş, siz bu dört dalın meyvelerinden de yiyebilirsiniz,” dedi. Dallara bekçilik eden yılan uyuyordu. Erlik onun ağzına girdi ve yılana, “Bu ağaca çık,” dedi. Yılan ağaca çıktı ve yasak edilen meyvelerden yedi. O sırada Törüngey ve karısı Eje bahçede birlikte geziniyorlardı. Erlik onları da yoldan çıkardı ve onlara “Bu meyvelerden yiyin,” dedi. Törüngey, ilk önce yemek istemedi, ama karısı dayanamayıp onlardan birini yedi ve ona çok tatlı geldi. Meyveden kocasının ağzına sürdü. O anda onların ikisinin de vücutlarındaki kıllar döküldü. Çok utandılar ve ağacın dalları arkasına saklandılar. Bu arada Kuday geldi. Kudaya görünmemek için gizlendiler. Kuday haykırarak, “Törüngey, Eje neredesiniz?,” diye sordu. Onlar bu sese cevap vererek, “Ağaçların altındayız, bu şekilde senin yanına gelemeyiz,” dediler. Yılan, köpek, Törüngey ve Eje kabahatlerini kabul etmediler ve suçu hep birbirinin üzerine attılar. Kuday yılana,”Şimdi sen Körmös oldun. İnsanlar sana düşman olsun, seni gördükleri yerde vurup öldürsünler. Kuday daha sonra Eje’ye döndü, “Yasak meyveleri yedin. Körmös’ün sözüne uydun, bundan sonra sen hep gebe kalacak, çocuk doğuracak, doğum sancıları çekecek ve sonra öleceksin,“dedi. Törüngey’e ise şöyle seslendi, “Körmös’ün verdiğini yedin, beni dinlemedin, onun sözüne kandın, Körmös’ün sözüne kananlar onun ülkesinde yaşayacaklar, benim “ışığımdan” mahrum olacaklar ve “Karanlık dünya”da kalacaklar. Körmös bana düşman oldu ve sen de ona düşman kesileceksin. Eğer sen de benim gibi düşünmüş olsaydın, şimdi benim gibi olurdun. Senin dokuz tane kızın ve dokuz tane de oğlun olacak. Bundan sonra ben insan yaratmayacağım. İnsanların doğumundan sen mesul olacaksın.” Kuday Körmös’e dönerek, “ İnsanları neden aldattın?,” diye sordu. Körmös Kudaya, “Ben onları senden istedim, sen onları bana vermedin. Ben de bu yolla onları senden çalmak istedim. Onlar benim elimden kurtulamaz, ata binip kaçsa bile, attan düşürüp ele geçireceğim. İçki içip sarhoş olsa, dövüştürüp alacağım. Suya girse, ağaca çıksa, ne yaparsa yapsın yine alacağım,” dedi. Kuday Körmös’e şöyle dedi: “Yerin yüz kat altında güneş ve ayın ışığını görmeyen kapkaranlık bir dünya var. Ben şimdi seni oraya gönderiyorum.” Sonra yarattığı insanlara dönerek,”Bundan sonra sizin için erzak vermeyeceğim. Kendi geçiminizi çalışarak kendiniz temin edin. Ben sizinle doğrudan doğruya konuşmayacağım. Size Maytere’yi göndereceğim ve onun vasıtasıyla sizlerle konuşacağım,” dedi. Daha sonra, Kuday’ın emriyle Maytere geldi. İnsanlara çok şeyler öğretti. Araba yaptı. Yemek olarak türlü otların köklerini ve ısırgan otunu gösterdi. Erlik, Maytere’ye yalvardı, “Ey Maytere, benim için Kudaya yalvar, bana izin versin kendisiyle görüşeyim,” dedi. Erlik’in huzura kabul edilmesi için Maytere Kuday’a tam altmış yıl yalvardı. Kuday Erlik’e, “Eğer bana düşman olmazsan, yarattığım insanlara kötülük etmezsen yanıma gel,” dedi. Erlik, göklere, Kuday’ın yanına çıktı, Kuday’a yalvararak, “Beni bağışla, izin ver ben de kendim için gökler yaratayım, “dedi. Kuday ona izin verdi. Erlik’in taraftarları göklerde yerleşti ve artıp kalabalık oldular. Kuday’ın en yakını olan Mangdaşire, “Bizim kendi insanlarımız yer yüzünde iken, Erlik’in taraftarlarının göklerde olması çok kötü bir şey,”diye düşündü. Mangdaşire Kuday’a darılarak Erlik’e karşı savaş ilan etti. Erlik bununla karşılaştı, ateşle vurarak Mangdaşire’yi kaçırdı. Mangdaşire Kuday’ın huzuruna çıktı. Kuday ona, “Nereden geliyorsun?,” diye sordu. Mangdaşire, “Erlik’in taraftarları göklerde ve bizim kendi insanlarımız yerlerde bulunuyor ve bunun çok kötü olduğunu düşünüyorum. Ben Erlik’in taraftarları olan insanları yeryüzüne indirmeye çalıştım ama buna gücüm yetmedi, yapamadım,” dedi. Kuday, “Ona ancak benim gücüm yeter. Fakat bekle. Zamanı gelecek ve sana “gücün var” diyeceğim,” dedi. Bunu duyduktan sonra Mangdaşire sakinleşti ve rahat uyudu. Günlerden bir gün Mangdaşire kendi kendine, “Kuday’ın “Gücün var” diyeceği gün yaklaştı, “diye düşündü. Kuday Mangdaşire’ye “Ey Mangdaşire, bugün onun üzerine git, Erlik’i göklerden sürecek ve muradına ereceksin. Ondan çok daha güçlü olacaksın. Benim gücüm, kuvvetim ve duam sana yar olsun,” dedi. Mangdaşire sevindi ve Kuday’a, “Okum, yayım, silahım, kılıcım, mızrağım yok. Yumruklarım ve güçlü kollarımdan başka bir şeyim yok. Ben Erlik’le nasıl baş edeceğim?, “diye sordu. Kuday ona bir mızrak verdi. Mangdaşire bu mızrağı alarak göklere, Erlik’in olduğu yere gitti. Erlik’i yendi ve onu göklerden kovdu. Onun göklerdeki yerini dağıttı. Erlik’in göklerde dağılan yerinin parçaları yere döküldü ve o zamana kadar dümdüz olan yeryüzünde tepeler ve dağlar oluştu. Kuday’ın yarattığı dümdüz olan yer, böylece tepeler ve dağlarla doldu. Yer eğildi. Erlik’in taraftarlarının hepsi göklerden yere döküldü. Kimi suya düşüp boğuldu, kimi ağaca ve kayalara çarparak öldü. Bu defa Erlik Kuday’dan yer istedi. “Benim göklerimi kırdın. Şimdi nerede barınacağımı bilemiyorum,” dedi. Kuday, onu yerin altındaki karanlık dünyaya sürdü ve oradan çıkmaması için kapısına büyük bir kilit vurdu. “Üzerinde hiç sönmeden yanan ateş olsun. Güneşin ve ayın ışığından mahrum kalasın. Tekrar ediyorum, eğer doğru hareket edersen, iyi olursan seni yanıma alırım, fenalık etmeğe devam edersen bu sefer seni yerin dibine sürerim, “dedi. Erlik bu sefer, “Ben ölmüş insanların canlarını alacağım, dedi. Kuday ise, “Hayır, ben onları sana vermeyeceğim. Kendin yaratabilirsen, yarat,” dedi. Erlik eline, çekiç, örs ve körük aldı. Bir vurdu kurbağa, bir vurdu yılan, bir vurdu ayı, bir vurdu domuz, bir vurdu şeytan, bir vurdu Şulmus denen fena ruh ve bir vurdu deve çıktı. Kuday geldi. Erlik’in elinden körük, örs ve çekici alıp ateşe attı. Körük bir kadın, çekiç bir erkek oldu. Kuday bu kadını yakaladı ve yüzüne tükürdü. Kadın bir kuş olup uçtu. Bu kuş, eti yenmeyen “Kurday” diye adlanan bir kuştu. Bu sefer Kuday erkeği tuttu ve onun da yüzüne tükürdü o da “Yalban “denilen bir kuş oldu. Bu olanlardan sonra Kuday halka hitaben, “Ben size mal, aş, yerin üzerinde iyi ve temiz sular verip yardım ettim. Siz de iyilik yapın. Ben artık göklerime dönüyorum ve öyle kısa bir zaman sonra da geri geleceğimi zannetmiyorum, “dedi. Yardımcılarına dönerek, “Sen Şalmiye, içki içip aklını kaybedenleri, körpe çocukları, kısrak yavrularını, ineklerin buzağılarını koru. İyilik yapanların ölmüş bedenlerini yanına al, sakın intihar edenlerinkini alma. Zenginlerin mallarına göz dikenleri, hırsızları ve başkalarına devamlı düşmanlık edenlerin canlarını da yanına alma. Benim için ve hakanları için çarpışıp ölenlerin canlarını da al bana getir. Ey insanlar, sizlere yardım ettim, fena ruhları sizlerden uzaklaştırdım. Fena ruhlar insanlara yaklaşırsa, onlara yemek versinler. Körmös’ün yemeklerinden yemeyin. Yerseniz onlardan olursunuz. Benim adımı anarsanız, benim yardım ve himayemi kazanmış olursunuz. Ben şimdi buradan gidiyorum, ama tekrar geleceğim. Beni geri gelmez sanmayın. Beni sakın unutmayın. Şimdi sizlerden çok uzaklara gidiyorum. Tekrar geldiğim zaman, sizin iyilik ve kötülüklerinizin hesabını soracağım. Şimdi, benim yerimde Yapkara, Mangdaşire ve Şalmiye kalıyorlar. Onlar size yardım edecekler, “dedi. Sözüne devamla, “Yapkara, sen dikkat et. Erlik senin elinden ölmüş insanların canını çalmak isterse, Mangdaşire’den yardım iste. O daha kuvvetlidir. Şalmiye, sen de dikkatli ol. Albıs, Şulbus yerin altından çıkmasınlar. Çıktıklarını görürsen, hemen Maytere’ye haber ver. O güçlüdür. Onları kovsun. Podosüku, güneşi ve ayı beklesin. Magdaşire’ye söyle, yeryüzünü ve gökleri korusun. Maytere ise iyi olanların yanından kötü olanları uzaklaştırsın. Sen Mangdaşire, fena ruhlarla mücadele et. Eğer bunu yaparken zorlanırsan, o zaman benim adımı an. İnsanlara iyi şeyleri ve iyi işleri öğret. Onlara olta ile balık tutmalarını, sincap avlamalarını ve hayvan beslemelerini öğret,” dedi. Kuday, bunları söyledikten sonra, oradan uzaklaşıp gitti. Mangdaşire, olta yaptı. Balık avladı. Barut ve tüfek icat etti. Sincap vurdu. Kuday’ın emrettiği gibi insanlara çok şeyler öğretti. Mangdaşire bir gün, “Bugün beni güçlü bir rüzgar uçurup buradan götürecek, “ dedi . Güçlü bir rüzgar geldi. Mangdaşire’yi alıp götürdü. Yapkara insanlar, “Kuday, Mangdaşire’yi yanına aldı. Artık onu bulamazsınız. Ben Kuday’ın elçisiyim bir gün ben de gideceğim. Kuday benim nerede kalmamı isterse, orada kalacağım. Siz, öğrendiklerinizi unutmayın. Kuday’ın arzusu ve kararı budur, “dedi. İnsanları kendi hallerine bırakarak, o da Kuday’ın yanına gitti...” [1]. Altaylarda yaşayan Türk boyları arasında hala canlılığını koruyan Yerin yaratılışı destanlarından birinde Yerin yaratılışı tamamen farklı bir şekilde anlatılmaktadır. Kırgızların anlattığı destanların birinde dünyanın yaratılmış olduğu, yalnız suyun bulunduğu kaydedilir. Kırgızların bu destanında, “iki kişi”nin bir öküze sahip olduğu belirtilir. İçecek su olmadığı ve susuzluktan insanların devamlı olarak öldükleri kaydedilir. Sonunda bu öküzün boynuzu ile yeri eşmesi ve yerden su çıkarması anlatılır. Öküz, bu “iki adam”ın yardımı ile yeri boynuzuyla kazar ve su çıkarır. Bu suyun çıkıp dünyadaki boşluk ve çukurları doldurmasıyla dünyada göller ve nehirler meydana gelir. Bu göller ve nehirler yeri öküzün boynuzuyla eşmesinden sonra olur [2]. Kırgızlar arasında Yerin yaratılması destanının böylesine değişiklik göstermesine karşılık, Altay Tatarlarında Yerin Yaratılmasıyla ilgili olarak anlatılan ve zamanında derlenmiş destanlarda, dünyanın yaratılmasından önce her tarafın suyla kaplı olduğu belirtilir. Altay Tatarlarının destanlarıyla Kuzey Amerika’da yaşayan Kızılderili kabileleri arasında yaşayan Yerin yaratılışı destanları büyük benzerlikler göstermektedir. Altay tatarlarının destanlarına göre Tanrı Ülgen, suyun üzerine iner ve orada dünyayı yaratır. Altay Tatarlarına göre Yerin Yaratılışı destanı şöyle başlar: “... Tanrı Ülgen, suyun yüzüne indikten sonra, dünyayı nasıl yaratacağına bir türlü karar veremez. Sonra bir “kişi” çıkagelir ve Tanrı Ülgen ona “Sen kimsin?,” diye sorar. Bu “kişi” Tanrı Ülgen’e verdiği cevabında, “Ben bu Yeri yaratmağa geldim,” der. Tanrı Ülgen aldığı bu cevaba çok sinirlenir ve “Ben bile Yeri yaratamazken, sen nasıl olur da Yeri yaratabilirsin?,” der. “Kişi”, cevabında “Fakat ben Yeri yaratmak için gereken malzemeyi nereden bulabileceğimi biliyorum, “der. Tanrı Ülgen, bu “kişi” den bahsettiği malzemeyi bulup getirmesini ister. O zaman bu “kişi” derhal suya dalar, Okyanusun altındaki dağların birinden bir parça toprak koparır ve onu ağzına koyarak suyun yüzüne çıkar. Suyun yüzüne çıkan “kişi” ağzında getirdiği toprağın bir kısmını Tanrı Ülgen’e verir. Toprağın diğer kalan kısmını ağzında dişlerinin arasında saklar. Sonra Tanrı Ülgen’in emriyle bu “kişi” ağzında sakladığı toprağı tükürür ve Tanrı Ülgen’in yarattığı Yerin üzerinde dağlar ve vadiler meydana gelir [3]. Altay Tatarları arasında anlatılan Yerin Yaratılışı ile ilgili destanlarda farklı tarafların olduğu görülür. Bunun bölgeden bölgeye değişiklik göstermesinin Türk boyları arasındaki yaşayış farkından kaynaklanması mümkündür. Yine Altay Tatarları arasında tespit edilen Yaratılış destanlarından birinde Tanrı Ülgen’in suyun üzerinde insan şeklinde bir çamur parçasının yüzdüğünü gördüğü ve bu insana benzeyen çamur parçasına can vererek onu “adam” olarak yarattığı kaydedilir. Bu destanda Tanrı Ülgen’in, suyun üzerinde yüzen bu çamur parçasına can verdikten sonra ona “Erlik” adını verdiği belirtiliyor. Altay tatarlarının bu Yaratılış destanına göre Tanrı Ülgen ile Erlik kardeştir. Erlik daha sonra Tanrı Ülgen’e düşman oldu. Altay Tatarları bu ilk adamın yerin yaratılmasında Tanrı Ülgen’e yardım ettiğine inanır. Daha sonra ise bu “adam” yaptığı yanlışlıkların sonunda “Şeytan” olur ve Tanrı Ülgen tarafından “Erlik” adıyla çağrılır [4]. Altaylarda yaşayan Türk boyları arasından Rus ve Avrupalı alimlerin derlemiş oldukları destan ve masallarda, Yerin yaratılmasıyla ilgili verilen bilgilerden, bu destanların Kuzey Amerika’ya göçlerle geçen Orta Asyalı kavimlerin yeni yerlerinde yarattıkları cemiyetler ve o cümleden Kuzey Amerika’daki yerli Kızılderili kabileleri arasında yaşadığı tespit edilmiştir. Bu Kızılderili kabilelerinin yaşadıkları yerlerde bıraktıkları kalıntı ve delillerden onların Amerika Kıtasına geçmeden önce gelişmiş bir kültürü yaşadıkları müşahede edilmiştir. Altay Tatarları ve diğer Türk boylarının ve Yakut’ların (Sahaların) destan örneklerinin, özellikle daha önce Kuzey Amerika’nın Alaska bölgesinde yaşayıp, daha sonra Güney ve Güney Doğuya doğru göç eden Kızılderili kabileleri arasında yaşaması tesadüfî değildir. Aradan binlerce yıl geçmiş birçok savaşlar ve sürgünler yaşanmış, insanlar bir yerden başka bir yere büyük göçlerle yer değiştirmiştir. Kendileriyle birlikte milli kültür ve medeniyetlerini de beraberlerinde taşıyan bu insanlar, bugün onların binlerce yıl önce yaşadıkları bir kültürün izlerini de beraberlerinde bizlere kadar ulaştırmışlardır. Bazı “Beyaz” araştırmacıların iddia ettikleri gibi, Kızılderililer Avrupa’dan sözlü halk edebiyatı numunelerini kopya etmemişlerdir. Kızılderili kabilelerinin içine girmeden ve onların dini inançları, milli kültürlerinin tarihten gelen izlerini araştırıp anlamadan, bunu iddia etmek kolay bir iş olmasa gerek. Kendini bilen ve kendi milletini ilgilendiren bir meseleyi, hakiki bir Kızılderili hiçbir kendisini zaman asırlardır baskı altında tutan ve aldatarak katleden bir “soluk benizli” ile derinliğine konuşmaz. Eğer konuşursa, onu yanıltır ve başka yöne saptırır. Eğer siz onun inançlarına ve yaşadığı kültüre yakınsanız, o zaman durum değişir. Sioux(Su) Kızılderili kabilesinin büyük Şamanı Black Elk(Kara Geyik), ölmeden önce anlattığı sırlarında aynı konulara temas ederek, Kızılderililerin inançlarına göre Yerin ve insanın nasıl yaratıldığını anlatır. Black Elk’in “Great Spirit”(Ulu Ruh) olarak anlatmağa çalıştığı, Altay Tatarlarının Yerin Yaratılışı destanında bahsettikleri Tanrı Ülgen’den başkası değildir. Eğer Kızılderililerin “Great Spirit”leri ile Tanrı Ülgen’in özellikleri ve yerine getirdikleri işler karşılıklı olarak ele alınır incelenirse, o zaman bunların arasındaki benzerliklerin, farklılıklardan daha çok olduğu görülür. Altay Tatarlarının Yaratılış destanında Tanrı Ülgen’in gökten Maytere’yi insanlara Tanrı korkusunu öğretmesi için gönderdiği belirtiliyor. Tanrı Ülgen’in Maytere’yi bu görevle dünyaya göndermesini “şeytan” Erlik çekemez ve çok sinirlenir. “Seni kılıcımla öldürecek kadar güçlüyüm,” der. Bunu söyleyen Erlik kılıcını çeker ve Maytere’ye hücum eder ve onun kanını toprağa akıtır. Maytere’nin toprağa akan kanı, dünyayı kızıla boyar ve aynı kan sonradan dünya üzerinde bir “ateş”e dönüşür. Bu ateş dünyayı kaplar ve “arşa” kadar yükselir. Kızılderili kabilelerinden Sioux(Su) yerlilerinde “ateş” yeryüzünde Ulu Ruhun temsilcisidir. Bu ateşi koruyup gözetmek insanların birinci vazifesidir. Cherokee(Çeroki) Kızılderili kabilesinin inançlarına göre “ateş” çok mukaddestir ve onun büyük mücadeleden sonra Örümcek Ana tarafından elde edildiği kaydedilmektedir. Dünyanın yaratılışıyla ilgili olduğu kadar, onun bir gün yok olacağı konusunda da büyük menkıbeler ve destanlar anlatılır. Altay Tatarlarına göre, Kıyamet günü Tanrı Ülgen gelecek ve iki elini bir-birine vurarak, “Hepiniz kalkın artık,” diyecek. İnsanların ve canlıların hepsi yerlerinden kalkacaklar ve yattıkları yerden doğrulacaklar. Bu “Yeniden Diriliş” başladığında şeytan Erlik ve onun taraftarlarının hepsi mahvolacaklar [5]. İnsanın Yaratılışı Orta Asya, Batı ve Doğu Sibirya’da yaşayan Yaratılış destanlarında insanın nasıl yaratıldığı ve vücudunun hangi maddelerden yararlanılarak meydana getirildiği anlatılır. Orta Asya ve Altaylarda derlenen Yaratılış destanlarında, insanın yaratılırken kemiklerinin “kamış” tan vücudundaki etin ise çamurdan yaratıldığına inanılır [6]. İnsanın yaratılması bazı Kızılderili kabilelerinin inançlarında sadece “çamur”dan yaratıldığı şeklinde izah edilirken, Sibirya ve Yenisey nehri boyunca yaşayan Türk boyları arasında detaylı olarak anlatılır. Sibirya’nın Kuzey-Batısında yaşayan Türk boyları arasından derlenen Yaratılış destanlarında tabiatta bulunan bazı bitkilerden Tanrının istifade ettiği görülür. Bu bölgede anlatılan destanlara göre, Tanrı “Söğüt Ağacı”nın dallarından alarak, onları bir iskelet şeklinde sarar ve daha sonra bu iskelet şeklinde sardığı Söğüt dallarının üzerini çamurla düzgün olarak sıvar. Tanrı daha sonra üfleyerek ona can verir. Yenisey nehrinin kıyısında yaşamakta olan Türk boylarından derlenen Yaratılış destanında Tanrının yerden bir parça çamuru alıp, eliyle iyice yoğurduktan sonra onu bir yere bırakarak, daha sonra yine çamurdan başka bir insan figürü yapıp yere koyduğu belirtilir. Tanrının sağ eli ile yapıp yere bıraktığı insan figürünün “erkek”, sol eliyle yapıp yere bıraktığı insan figürünün ise “kadın” olduğu kaydedilir. Onlar daha sonra, Tanrının buyruğuna uygun olarak canlanırlar [7]. Kara Tatarlardan derlenen yaratılış destanına göre, Ulu Payana ilk insanı topraktan yarattı. Ama yarattığı bu insana can vermedi. Ulu Payana yükselip “arşa” gitti. Orada oturan Kuday’dan bu insana can vermesini istedi. Ulu Payana bu insanları yaptıktan sonra, onlara can vermesini Kuday’dan istemeğe giderken, bunlara bakması için “köpeği” görevlendirdi. Ulu Payana oradan ayrılınca, şeytan Erlik oraya geldi. O zamana kadar henüz üzerinde hiç kıl bitmemiş olan köpeğe sataşmağa başladı. Köpeğe, “Sana altın sarısı bir kürk vereyim, sen de bana burada duran canı olmayan şu insancıkları ver,” dedi. Köpek, Erliğin bu teklifini çok beğendi. Çamurdan yapılmış henüz ruhu olmayan bu insan figürlerini ona verdi. Erlik, çamurdan yapılmış cansız duran bu insan figürlerinin üzerine tükürmeğe başladı. Kuday’ın kendisine doğru gelmekte olduğunu görünce onları bırakıp kaçtı. Kuday bu insancıkları böyle görünce, onların dışlarını içeriye doğru çevirdi. Onun içindir ki, insanın içi “pislik” ve “salya” doludur [8]. İnsanın içinin neden “pislikle” dolu olduğuna dair başka Türk boylarının destanlarında da kayıtlara rastlanmaktadır. Yakut Türklerinin insanın yaratılmasıyla ilgili anlattıkları yaratılış destanında dünyayı yaratan Tanrının büyük bir taş mabet ve bu mabedin içinde yedi tane taştan insan figürü yaptığı belirtilir. Tanrı bu insan figürlerini koruması için bir “adam” yaratır. Bu figürlerin korunmasını için bu adamı görevlendirir. Şeytan bu yere girmek için çeşitli yolları dener. Daha sonra o bu insan figürlerine yanaşıp kendi aklına göre onlara can vermeğe çalışır. Tanrı. Şeytanın bu insan figürlerine can vermeğe çalışmasını görünce çok sinirlenir. Tanrı oraya görevlendirdiği adamı bir köpek şekline sokar. Bu çamurdan yapılmış insan figürlerinin dışlarını içeriye çevirir. İnsanın içinin hep pislikle dolu olmasının sebebi budur [9]. Altay Türklerinde insanın yaratılışıyla ilgili tespit edilen Yaratılış Destanında, köpeğin “şeytan” şeklinde ortaya çıktığı, Tanrının bir anlık yokluğundan istifade ederek, bu insan figürüne bir “can üfleyerek” ona can verdiği belirtilir. Altay Türkleri arasında insanın yaratılışı ile ilgili destan şöyle anlatılır: “...Tanrı Ülgen, insanı yaratırken çamuru “et”, taşı “kemik” olarak kullanıp ilk önce erkeği ve bu erkeğin kaburga kemiğinden ise kadını yarattı. Fakat Tanrı Ülgen, bunlara vermek için bir can bulamadı. Onlar için bir “can” aramak için oradan ayrılmadan önce bit köpek yarattı ve bu köpekten yaratılan bu “çifte” göz-kulak olmasını istedi. Köpek Şeytanın yere pislediği “dışkıyı” yedikten sonra onun vücudunun her tarafından uzun kıllar çıktı. Daha sonra Şeytan bu insan figürlerinin içine kamışla ruh üflemeğe başladı. Tanrı Ülgen geri döndüğünde, yapmış olduğu insan figürlerinin canlanarak gezmeğe başladıklarını gördü. Onlara ne yapması gerektiğine bir türlü karar veremedi. Onları yeniden yaratıp-yaratmamak konusunda karar veremeyen Ülgen, bir kurbağaya rastladı. Kurbağa Ülgen’e, “Neden onları yok etmeyi düşünüyorsun? Onları kendi haline bırak. Hangisi ölürse bırak ölsün, hangisi yaşarsa bırak yaşasın,” dedi. Böylece Tanrı Ülgen, insanları oldukları gibi bıraktı ve onlar yaşayabildikleri kadar yaşadılar [10]. Kuzey Amerika Yerli Kızılderilileri arasında yaşayan Yaratılış destanlarında da, Maidu Kızılderili kabilesinin yaratılış destanında olduğu gibi bir köpeğin oynadığı rolden bahsedilir. Köpeğin yaratılışının, insanın yaratılışı kadar eski olduğu destanlarda tespit edilen kayıtlardan kolayca anlaşılmaktadır. Bu durum, Orta Asya Türk boylarının destanlarında olduğu gibi, Kuzey Amerika Yerli Kızılderili destanlarında da böyledir. Ayrıca Kuzey Amerika Yerli Kızılderilileri bu hayvan için özel bir halk oyunu bile düzenlemişlerdir. Kuzey Amerika’daki Kızılderili kabileleri arasında olduğu kadar, Orta Asya Türk boyları arasında da köpeğin çok eski çağlarda ehlileştirilmiş ve ondan yararlanma yoluna gidilmiş olduğu dikkati çekmektedir. Köpeğin oynadığı rolle ilgili olarak yine bir Altay Destanında, Otşirvani ve Çağan-Şukuti’nin beraberce bir insan yaratmalarından sonra, bu insana bir can vermek için beraberce gayret gösterdikleri kaydedilmektedir. Bu Altay destanına göre, ilk insan yaratıldıktan sonra, Çağan-Şukuti, Otşirvani’ye hitaben, “Biz beraberce bir insan yarattık, fakat ona bir ruh bulup, onu canlandırmamız gerek.” Biz burada yokken, Şeytan gelip ona zarar verebilir, “ dedi. Bunun için ilk önce bir köpek yarattılar ve bu insan figürünü yarattıkları bu köpeğe emanet ettiler. Onlar oradan ruh aramak için ayrılınca Şeytan geldi ve köpeği aldatmak için uğraştı. Köpeğe çok güzel bir kürk yapacağını ve onu çok güzel uzun tüyleri olan bir şekle sokacağını söyleyerek, köpeğe “rüşvet” teklif etti. Şeytan köpeği razı etti. Daha sonra bu insan figürünün içine üfledi ve adam kalkıp yürümeğe başladı. Tanrı Otşirvani ve Çağan-Şukuti geri dönüp yaptıkları insan figürünün canlandığını görünce şaşırdılar [11].


Dipnotlar: [1] W. Radloff, Proben, I. s. 159–166 [2] G. N. Potanin, Ocerki severo zapodnoy Mongolii, Vols II-IV, Petrograd, 1881-1883 (Vol II, s. 153) [3] a.g.e s. 218- 219 [4] O. Dahnhardt, Natursagan, 3 Vols. Leipzig, Berlin, 1907-1910. Vol I, 3, s. 32-44. [5] V. I. Verbitskiy, Altayskie inoroday sbornik etnograf icerskich statey i izsledovaniy, Moskow, 1893. s. 113-114. [6] a.g.e, s. 91 [7] V. I. Anucin, “Ocerk samatsva u yeniseyskich ostyakov” in SMAEAN-II, 2 Petrograd, 1914. s. 9 [8] W. Radloff, Aus Sibiren, 2 Vols. Leipzig, 1884 Vol.I, s. 285 [9] A. Th. Middendorf, Reise in den aussersten Norden und Osten Sibiriens, I-IV, 2. Petrograd, 1851-1875. s. 1602 [10] G. N. Potanin, Ocerki Severo-zap Mongolii, Vol. IV, 1882. s. 219-220. [11] a.g.e, s. 222-223

En Çok Okunanlar...

Fenerbaçe taraftarıyım...

FOTOGRAF

KARİKATÜR ve MİZAH

YARARLI BİLGİLER

OTOMOTİV

Ziyaretçilerim...

Beğendiğim Sözler...

"Şükretmek, yaşamımıza daha çok şey katmanın mutlak yollarından biridir"
Marci SHIMOFF

"Devler gibi eserler bırakmak için, karıncalar gibi çalışmak lazım."

Necip Fazıl Kısakürek


"Dünya, Kötülük yapanlar yüzünden değil,
sayıları daha çok olduğu halde, seyirci kalıp hiçbir şey yapmayanlar yüzünden tehlikeli bir yerdir."
Albert Einstein.


Güneş; Işık ve Sıcağından yarar sağlamak için kendisine yalvarılmasını beklemez.
Sende güneş gibi ol, beklenen iyiliği senden istenmeden yap...
Epiktetos.



İnsan gülebildiği kadar insandır.
Moliere.


Hiç bir zaman çıktığın kapıyı hızla çarpma, geri dönmek isteyebilirsin.
Don Herald.


Unutma ki, ağzında bal olan Arı 'nın, kuyruğunda da iğnesi vardır..
John Lyly


Hayata değer bir yaşam,Sevmeye değer bir aşk, Dostluğa değer bir arkadaşlıktan asla vazgeçme.
Ne eksik ne fazlasını ara ve Seni üzenle asla uğraşma.
(Bilinmiyor)


Benim başarı konusunda bildiğim tek şey, Başarmak konusundaki kararlılıktır.
William Feather.


İnsan başkalarını aldatma alıştırmasını önce kendinde yapar.
Refik Halit Karay


Ben dostlarımı ne kalbimle ne de aklımla severim.
Olur ya ... Kalp durur ... Akıl unutur ...
Ben dostlarımı ruhumla severim.
O ne durur, ne de unutur ...
Hz.Mevlana

30.11.2007 den itibaren...

***